Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Mustafa İslamoğlu'nun Bâtıl Görüşlerine Karşı Hak Söz




KADERE İNANMAK ‘TARTIŞMALI BİR FAZLALIK’ OLMAYIP
AKSİNE ÎMÂN ESASLARINDAN BİRİDİR


Fatih Kalender

İslamoğlu kader konusunda “iman bilinci” adlı kitabının 17. sayfasında bakın ne diyor:
“Allah’a, Ahiret gününe, Meleklere, Kita­ba, Peygamberlere inanmak. Bu beş madde bir fazlasıyla Cibril hadisi diye meşhur olan ha­diste de yer alır. Sonraki ilmihallere, imanın şartı olarak geçen tartışmalı fazlalık kadere i­man maddesidir.”
İslamoğlu 1993 tarihinde yazmış olduğu “iman insanın saadeti” adlı kitabında kaderi, farklı mânâlarla yorumlamış, kadere îman ko- nusunda karmaşık ifâdeler kullanmıştır.
Daha sonra yazmış olduğu 2007 târihli “iman bilinci” adlı kitabında ise; kadere îman konusunda, kafasında yerleşmiş olan görüşünü açıkça yukarıda naklettiğimiz ibârelerle ifâde etmiştir.
İslamoğlu, meşhur olan Cibrîl hadîsine dayanarak îmânın beş şartını: “Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, pey­gam­ber­le­re inanmak” olarak beyân etmiş, ancak dayan­mış olduğu hadîs-i şerîfte geçen “kadere inan­ma” maddesini sıraya katmamış, bilakis onun sonraki ilmihallere tartışmalı faz­lalık olarak girdiğini ifâde ederken kadere îmâna “Bir faz­lalık” demiştir.
İslamoğlu’nun bu ifâdelerinden anlaşıldı­ğına göre; kadere îman, tartışmalı bir fazlalık olduğu için inanılıp inanılmaması îmâna tealluk etmez.
Bizler İslamoğlu gibilerine, Abdullah İbni Ömer (Rad‎yallâhu Anhümâ)nın, Ma‘bed el-Cü­henî hakkında söylemiş olduğu: “Ben onlar­dan berîyim. Onlar da benden berîdirler!” sözünü ithâf ederiz.
İslamoğlu’nun, Buhârî’den mesned ola­rak gösterdiği Cibrîl hadîsi, Müslim’in rivâ­ye­tiyle şu şekildedir:
عَنْ يَحْيَى بْنِ يَعْمَرَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: كَانَ أَوَّلَ مَنْ قَالَ فِي الْقَدَرِ بِالْبَصْرَةِ مَعْبَدٌ الْجُهَنِيُّ. فَانْطَلَقْتُ أَنَا وَحُمَيْدُ بْنُ عَبْدِ الرَّحْمَنِ الْحِمْيَرِيُّ حَاجَّيْنِ أَوْ مُعْتَمِرَيْنِ فَقُلْنَا: لَوْ لَقِينَا أَحَدًا مِنْ أَصْحَابِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَسَأَلْنَاهُ عَمَّا يَقُولُ هَؤُلَاءِ فِي الْقَدَرِ. فَوُفِّقَ لَنَا عَبْدُ اللّٰهِ بْنُ عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ دَاخِلًا الْمَسْجِدَ. فَاكْتَنَفْتُهُ أَنَا وَصَاحِبِي أَحَدُنَا عَنْ يَمِينِهِ وَالْاٰخَرُ عَنْ شِمَالِهِ. فَظَنَنْتُ أَنَّ صَاحِبِي سَيَكِلُ الْكَلَامَ إِلَيَّ. فَقُلْتُ: أَبَا عَبْدِ الرَّحْمٰنِ إِنَّهُ قَدْ ظَهَرَ قِبَلَنَا نَاسٌ يَقْرَءُونَ الْقُرْاٰنَ وَيَتَقَفَّرُونَ الْعِلْمَ وَذَكَرَ مِنْ شَأْنِهِمْ وَأَنَّهُمْ يَزْعُمُونَ أَنْ لَا قَدَرَ. وَأَنَّ الْأَمْرَ أُنُفٌ قَالَ فَإِذَا لَقِيتَ أُولَئِكَ فَأَخْبِرْهُمْ أَنِّي بَرِيءٌ مِنْهُمْ وَأَنَّهُمْ بُرَآءُ مِنِّي وَالَّذِي يَحْلِفُ بِهِ عَبْدُ اللّٰهِ بْنُ عُمَرَ لَوْ أَنَّ لِأَحَدِهِمْ مِثْلَ أُحُدٍ ذَهَبًا فَأَنْفَقَهُ مَا قَبِلَ اللّٰهُ مِنْهُ حَتّٰى يُؤْمِنَ بِالْقَدَرِثُمَّ قَالَ: حَدَّثَنِي أَبِي عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ قَالَ: بَيْنَمَا نَحْنُ عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ذَاتَ يَوْمٍ إِذْ طَلَعَ عَلَيْنَا رَجُلٌ شَدِيدُ بَيَاضِ الثِّيَابِ شَدِيدُ سَوَادِ الشَّعَرِ لَا يُرٰى عَلَيْهِ أَثَرُ السَّفَرِ وَلَا يَعْرِفُهُ مِنَّا أَحَدٌ حَتّٰى جَلَسَ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَسْنَدَ رُكْبَتَيْهِ إِلَى رُكْبَتَيْهِ وَوَضَعَ كَفَّيْهِ عَلٰى فَخِذَيْهِ وَقَالَ: يَا مُحَمَّدُ! أَخْبِرْنِي عَنِ الْإِسْلَامِ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «اَلْإِسْلَامُ أَنْ تَشْهَدَ أَنْ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَتُقِيمَ الصَّلَاةَ وَتُؤْتِيَ الزَّكَاةَ وَتَصُومَ رَمَضَانَ وَتَحُجَّ الْبَيْتَ إِنِ اسْتَطَعْتَ إِلَيْهِ سَبِيلًا.» قَالَ: صَدَقْتَ! قَالَ: فَعَجِبْنَا لَهُ يَسْأَلُهُ وَيُصَدِّقُهُ قَالَ: فَأَخْبِرْنِي عَنِ الْإِيمَانِ قَالَ: «أَنْ تُؤْمِنَ بِاللّٰهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَتُؤْمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ...!» قَالَ: صَدَقْتَ.
Yahya ibni Ya‘mer (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatmıştır: “Basra’da kader(i inkâr) hakkında ilk ko­nuşan Ma‘bed el-Cühenî olmuştur.
Bir ara ben ve Humeyd ibni Abdir­rah­mân el-Hımyerî Hac veyâ Umre yapmak üzere yola çıktık ve (kendi aramızda):
“Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in as­hâ­bından bir kimseye rastlasak da şunların kader hakkında söylediklerini ona sorsak” de­dik.
Az sonra mescide girmekte olan Abdul­lâh ibni Ömer ibni’l-Hattab (Radıyallâhu Anhü­mâ) ya rast­ladık.
Ben ve arkadaşım, birimiz sağından bi­rimiz solundan olmak üzere hemen etrâfını çe­virdik. Ben arkadaşımın sözü bana havâle ede­ceğini an­layarak:
“Yâ Ebâ Abdirrahmân! Bizim taraflarda bir takım insanlar türedi. Bunlar Kur’ân-ı oku­yor ve ilmi araştırıyorlar” dedim.
(Râvî diyor ki:) “Yahya bu adamların hâl­lerini, kader diye bir şey tanımadıklarını, ya­ratılanların, Allâh’ın hiç bir takdir ve mâlûmatı olmaksızın husûle geldiğini iddia ettiklerini an­lattı.”
Bunun üzerine Abdullâh (Radıyallâhu Anh):
“Artık sen on­larla görüştüğün zaman ken­di­lerine ha­ber ver ki; ben onlar­dan be­rîyim, onlar da benden berîdirler. Ab­dul­lâh ibni Ömer’­in kendisine yemin et­mekte ol­du­ğu Al­lâh’a and olsun ki, onlardan bi­rinin Uhud dağı kadar altını olsa da onu infâk et­se, kadere inanmadıkça Allâh onun infâkını kabul etmez.” dedikten sonra sözlerine şöy­le devâm etti:
Babam Ömer ibnü’l-Hattâb (Radı­yal­lâhu Anh) bana şöyle anlattı: “Bir gün Resûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sel­lem)in yanında bulun­duğumuz esnâda ânîden ya­nımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zât çıkageldi.
Üzerinde yolculuk eseri görül­müyor, biz­den de kendisini kimse tanımıyordu. Pey­gam­ber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yanı­na oturdu ve dizlerini onun diz­lerine dayadı.
Ellerini de uylukları üzeri­ne koy­duktan sonra: “Yâ Muhammed! Bana İslâm’ın ne ol­duğunu haber ver!” dedi. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem):
“İslâm; Allâh’tan başka ilâh olma­dı­ğına, Muhammed’in de Allâh’ın Rasûlü ol­duğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kıl­man, zekâtı vermen, ra­mazan orucunu tut­man ve yol (külfetleri) cihetine gücün yeterse Beyt’i haccetmendir.” buyurdu. O zat: “Doğru söy­le­din.” deyince biz buna hayret et­tik, çünkü hem soruyor, hem de tasdik edi­yordu.”
Sonra o şahıs: “Bana îmandan haber ver!” dedi. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Al­lâh’a, Allâh’ın meleklerine, kitaplarına, pey­gam­berlerine ve âhiret gününe inanman, bir de kadere; hayrına, şerrine inanmandır” bu­yurdu. O zât yine: “Doğru söyledin.” de­di. (Müslim, Îman:1, no:8, 1/36-37)
Bu hadîs-i şerîfte geçen “Kadere inanma” maddesi, İsla­m­oğ­lunun Buhârî’den naklettiği 4404 numaralı hadîs-i şerîfte mevcut değilse de, Müslim’in 9 ve 11 numaralı hadis-i şerifle­rinde bulunmaktadır.
Zâten kader konusu Kur'ân-ı Kerîm’de sa­râhaten beyân edilmekteyken, bunun bir hadis­de geçip diğerinde geçmemesi neyi değiştirir? Nitekim Allâh-u Te‘âlâ:
﴿ وَكَانَ أَمْرُ اللّٰهِ قَدَرًا مَقْدُورًا ﴾
“Allâh’ın emri muhakkak yerini bulan bir kader olmuştur” (Ahzâb Sûresi:38) buyurmak­tadır. Diğer bir âyet-i kerîmede de:
﴿ إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ ﴾
“Şüphesiz ki, biz her şeyi bir ka­derle yarattık.” (Kamer Sûresi:49) buyrulmuş­tur.
İbn-i Kesîr Tefsîrinde zikredildiğine göre bu âyet-i kerîme­nin sebebi nüzûlü olarak Ahmed ibn-i Han­bel (Radıyallâhu Anh):
“Müşrikler kader konusunda Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile çekişmek için gel­dik­le­rinde bu âyet-i kerîme nâzil oldu.” demiştir. (Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned:2/444)
Müs­lim, Tirmizî ve İbni Mâce de bu şekilde nak­let­mişlerdir. Bezzâr’dan nakle göre:
“Bu âyet-i kerîmeler kaderi inkâr edenler hakkında inmiştir.” (Müslim, Kader:4, no:2656, 4/2046; Bezzâr, no:1513, 2/110; İbni Kesîr, et-Tefsîr:13/305)
İbni Ebî Hâtim’in Zürâre (Radıyallâhu Anh)­dan rivâyetine göre Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem):
«نَزَلَتْ فِي أُنَاسٍ مِنْ أُمَّتِي يَكُونُونَ فِي آخِرِ الزَّمَانِ، يُكَذِّبُونَ بِقَدَرِ اللَّهِ.»
buyurmuş­tur.
“Bu âyetler, üm­me­timin son döneminde zuhûr edip, Allâh’ın kaderini inkâr edecek olan birtakım insanlar hak­kın­da indi.” (İbni E­bî Hâtim, no:18714, 10/3321; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Ke­bîr, no:5316, 5/276; İbni Kesîr, et-Tefsîr:13/305)
İslamoğlu ‘Cibrîl hadîsi’nin Buhârî’deki rivâyetinde kadere îman olmadığından yola çı­kıp, bunun tartışmalı fazlalık olarak ilmihal ki­taplarına geçtiğini savunmuştur. Duyan da Bu­hârî’de olsa kadere inanacağını sanacak! Hâl­buki Buhârî kader hakkında müstakil kitab (bö­lüm) açarak:

﴿ وَكَانَ أَمْرُ اللّٰهِ قَدَرًا مَقْدُورًا ﴾
“Allah’ın emri muhakkak yerini bulan bir kader oldu.” (Ahzâb Sûresi:38)âyeti kerîmesini zikretmiş ve o babta kaderle alâkalı yirmi altı ha­dîs-i şerîf rivâyet etmiştir. (Buhârî, Kader, no:6221-6246, 6/2433-2441)
İslamoğlu, yanıltıcı âdeti üzere, Buhârî’­nin îrâd ettiği Cibrîl hadîsinde kadere îman şartı olmadığını görmüş, ancak Bu­hâ­rî’­nin bu konuya tahsis etmiş olduğu özel bölümü görmezlikten gelmiştir. İslamoğlu kendi fikrini ispat sadedinde tıpkı diğer yazılarında yaptığı gibi işine gelen yeri almış, işine gelmeyen yerleri hiç gör­me­miştir.
İslamoğlu kendi web sitesinde yayımla­dığı videosunda, Emevîler’in, yaptıkları zu­lümlere kılıf olmak üzere siyâsî bir konu olarak kader meselesini çıkardıklarını, sonra da bunun îtikat kitapları­na geçtiğini iddia etmekte ve Ha­sen-i Basrî (Rad‎yallâhu Anh)ın, Abdü’l-Melik bin Mervan’a kader risâlesi olarak yazdığı mektu­bunu buna delil göstermektedir.
Hâlbuki Hasen-i Basrî (Rad‎yallâhu Anh) bu mektubunda kaderi inkâr etmemiş bilakis Al­lâh’ın ilmi ezelîsindeki bilginin kul için bir ce­bir (zorlama) anlamında olmadığını ifâde etmiştir. Hasen-i Basrî (Radıyallâhu Anh)ın mektu­bu dikkatlice okun­du­ğunda Ehl-i Sünnet ile a­ralarında fark olmadığı bilakis Ehl-i Sünneti desteklediğini görmemiz mümkündür.
Zâten Hasen-i Basrî (Rad‎yallâhu Anh) Ehl-i Sünnet’in en büyük imamlarındandır.
Artık herkes Ehl-i Sünnet inancını doğru öğrenip ona sâhip çıkmalı ve İslamoğlu gibi ya­zarların kitaplarını okuyup aldanarak Rasûlül­lâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in:
«لِكُلِّ أُمَّةٍ مَجُوسٌ وَمَجُوسُ هٰذِهِ الْأُمَّةِ الَّذِينَ يَقُولُونَ: لَا قَدَرَ! مَنْ مَاتَ مِنْهُمْ فَلَا تَشْهَدُوا جَنَازَتَهُ وَمَنْ مَرِضَ مِنْهُمْ فَلَا تَعُودُوهُمْ وَهُمْ شِيعَةُ الدَّجَّالِ وَحَقٌّ عَلَى اللّٰهِ أَنْ يُلْحِقَهُمْ بِالدَّجَّالِ.»
“Her ümmetin bir Mecûsîsi vardır, bu üm­metin Mecûsîleri ise: ‘Kader yok!’ diyen­lerdir.
Onlardan her kim ölürse cenâzesinde bulunma­yın, hasta olanları da ziyâret etme­yin, onlar Deccalın şî‘asıdır, onları Deccala ilhâk etmek Allâh üzerine bir haktır!” (Ebû Dâvûd, Sünnet:17, no:­4692, 4691, 2/634) tehdidine uğra­maktan sakınmalı­dır!

İslamoğlu “iman insanın saadeti” adlı kita­bı­nın 162–163. sayfalarında da Cebriyye ve Mu‘tezile gibi sapık fırkaların kader hakkında­ki yanlış görüşlerini doğruymuş gibi göstererek Ehl-i Sünnet mensûbu insanları saptırmaya ça­lışıyor. Onun bu konudaki hezeyanları şöyledir:
“Bir şeyin kaderinin o şeyin “yaratılış amacı”, “gayesi” olduğunu şu ayetten daha güzel hiçbir şey açıklayamaz. “O ki her şeyin gayesini, amacını belirleyip (kaddera) o hedefe yöneltti (heda).” (87/3)
Buna göre insanın ezeli kaderi Allah’a kul olmaktır. İlahlık iddiasında bulunan ya da kulluğunu ihmal eden kaderine karşı gelmiş demektir.
Arının kaderi bal yapmak, dünyanın kaderi dönmek, güneşin kaderi yanmaktır. Bir şeyin amacı doğrultusunda kullanıl­ması o şeyin kaderine rıza, yine bir şeyin amacı dışında kullanılması, o şeyin kaderine isyan­dır.”
Ehl-i Sünnet kelam âlimlerinin kazâ ve kader hakkındaki isâbetli görüşleri mufassal a­kāid kitaplarımızda açık bir şekilde şöyle beyân edilmiştir:
İnsanoğlunun hayır veyâ şer olarak fi­i­li­yâ­ta geçireceği her türlü eylemin Cenâb-ı Hakk Te‘âlâ tarafından vakti ve oluşumunun ayar­lanması “Kader”, o vakit geldiği zaman kul ta­ra­fından bizzat yapılması ise “Kazâ” olarak tâ­rif edilmiştir.
Kazâ ve kader hakkında bunun tam aksini söyleyenler olduğu gibi, her ikisinin eşanlamlı olduğunu söy­le­yen­ler de vardır.
İslamoğlu bu kitabında, Cenab-ı Hakk’ın ezeldeki takdîrini (kaderini), kula yapılan bir cebir (zorlama) olarak görmüş ve bunun sonu­cu olarak kulun yaptığı iyi işleri kader olarak değerlendirmiş, şer fiilleri ise kader dâiresinden çıkararak kula ait bir kötü amel olarak değer­lendirmiştir.
İslamoğlu bu görüşüyle Cebriyye mez­he­binin dâiresine girmeyi kastetmiş olmasa da, kendisini Cebriyye mezhebinden kaçıyor göste­rirken, Şî‘a ve Mu‘te­zile mez­heplerinin görüş­lerine saparak yağ­murdan kaçarken doluya tu­tulmuştur.
Böylece o, Mu‘tezile’nin görüşüne tamâ­men iştirâk etmiş de değildir, zîrâ Mu‘tezile in­sandan sâdır olan işlerin ta­mâ­mını kula nispet etmiş, oysa İslamoğlu hayrı, kader kabul ede­rek Allâh’a, şerri ise kadere muhâlefet sayarak kula nispet etmiştir.
Hâlbuki Ehl-i Sünnet’e göre, hayrın ve şerrin kaderden olması, olacak olan şeylerin, Allâh’ın ilminde sâbit olduğu şekliyle takdir e­dilmesidir.
Dolayısıyla kul kendi irâdesiyle iyi ve kötüyü işlemiş, Allâh ise o işin vukuundan önce onu kimin yapacağını bilmiş ve bilgisine muvâfık olarak takdir etmiştir.
Yâni kullar tarafından yapılacak işlerin Allâh tarafından önceden bilinmiş olması cebir değildir, ancak bir ilimdir! Daha açık bir ifâ­deyle: “Kul hür irâdesiyle bir şeyi yapacağı için Allâh-u Te‘âlâ onun o işi yapacağını bilmiştir, yoksa Allâh-u Te‘âlâ bildiği için kul o işi yap­maya mecbur olmamıştır.
İslamoğlu yukarıdaki ifadelerinde, kaderi âde­tâ rızâ olarak kabul etmiş, insanın kulluk yap­masının kader oldu­ğu­nu, kulluğa muhâlif işler yapmasının da ka­der olmadığını savunmuştur.
Nitekim o bunu kendi ki­ta­bında şu şekilde ifâde etmiştir:
“İnsanın ezelî kaderi Allah’a kul olmaktır. İlahlık iddiasında bulunan ya da kulluğunu ih­mal eden kaderine karşı gelmiş demektir”. (İman İnsanın Saadeti, sh:163)
İslamoğlu’nun bu sözüne göre insanın iyi işler yapması kader iken, kötü işler yapması yâ­ni şakî olması kader değildir. Hâlbuki İslamoğ­lu’nun bu yanlış an­la­yışını gerek yukarıda zik­rettiğimiz Cibrîl ha­dîsi, gerekse Abdullâh İb­n-i Mes‘ûd (Radıyallâhu Anh)ın rivâyet etmiş oldu­ğu; insanın ana rah­min­deki devrelerinden bah­seden hadîs-i şerîf nef­yetmektedir.
Nitekim Abdullâh ibni Mes‘ûd (Radıyallâhu Anh) şöy­le demiştir: Bize dâimâ doğru söyleyen ve ken­di­si­ne de doğru bildirilen Rasûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
عَنْ عَبْدِاللّٰهِ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: حَدَّثَنَا­­ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُوَ الصَّادِقُ الْمَصْدُوقُ: «إِنَّ أَحَدَكُمْ يُجْمَعُ خَلْقُهُ فِي بَطْنِ أُمِّهِ أَرْبَعِينَ يَوْمًا ثُمَّ يَكُونُ عَلَقَةً مِثْلَ ذٰلِكَ ثُمَّ يَكُونُ مُضْغَةً مِثْلَ ذٰلِكَ ثُمَّ يَبْعَثُ اللّٰهُ إِلَيْهِ مَلَكًا بِأَرْبَعِ كَلِمَاتٍ فَيُكْتَبُ عَمَلُهُ وَأَجَلُهُ وَرِزْقُهُ وَشَقِيٌّ أَوْ سَعِيدٌ ثُمَّ يُنْفَخُ فِيهِ الرُّوحُ فَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أَهْلِ النَّارِ حَتّٰى مَا يَكُونُ بَيْنَهُ وَبَيْنَهَا إِلَّا ذِرَاعٌ فَيَسْبِقُ عَلَيْهِ الْكِتَابُ فَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أَهْلِ الْجَنَّةِ فَيَدْخُلُ الْجَنَّةَ وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أَهْلِ الْجَنَّةِ حَتّٰى مَا يَكُونُ بَيْنَهُ وَبَيْنَهَا إِلَّا ذِرَاعٌ فَيَسْبِقُ عَلَيْهِ الْكِتَابُ فَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أَهْلِ النَّارِ فَيَدْخُلُ النَّارَ!»
“Her birinizin yaratılışı kırk gün anası­nın karnında toplan(ıp bekletilerek başlatıl)ır. O ka­dar bir zaman sonra, katı bir kan pıhtı­sı o­lur. Yine o kadar bir zaman sonra bir çiğ­nem et olur.
Sonra (dördüncü saf­hada) Al­lâh Celle Celâlühû dört kelime ile bir me­lek gönderir, rızkını, ecelini, şakî veyâhut sa‘îd (iyi veyâ kötü) olduğu yazılır ve ruh üf­lenir. Sizlerden biriniz ateş ehlinin ame­liyle amel etmeye de­vâm eder, nihâyet ken­disiyle ce­hennem ara­sında bir zi­râ (kulaç)dan baş­ka mesâfe kal­maz. Bu sırada (meleğin ana kar­nında yazdığı) yazı (kader) o kişinin önüne geçer.
Bu sefer o kimse cennet ehlinin ameliyle amel etmeye devâm eder ve cennete girer. Ve yine bir kimse cennet ehlinin ameliyle a­mel eder, nihayet kendisiyle cennet ara­sın­da bir zirâ (kulaç)dan başka mesâfe kalmaz. Bu sırada yazı onun önüne geçer. Bu defâ da o kimse ateş ehlinin ameliyle amel eder ve ate­şe girer.” (Buhârî, Bedü’l-halk:6, no:3154, 3/1212)
Bu hadîsi Buhârî “Bedü'1-Halk”, “Kader” ve “Tevhîd” bahis­lerinde; Ebû Dâvûd ile Tir­mizî “Kader” bahsinde; İbni Mâce “Ki­tâbü’s-Sünne”de farklı râvilerden tahric et­mişlerdir.
Burada dikkat edilmesi gereken, Allâh-u Te‘âlâ’nın herhangi bir kul hak­kın­da iyi veyâ kötüyü yazmasının, kul için bir ce­bir (zorlama) olmadığıdır. Zîrâ geride de ifâde ettiğimiz gibi, Allâh-u Te‘âlâ kulunun ne yapacağını ilmi e­zelîsinde bildi ve o bildiğini kader olarak yazdı. Yâni kul, Allâh-u Te‘âlâ yazdı diye iyi veyâ kötü olmadı, bilakis onun iyi veyâ kötü olduğu­nu Allâh-u Te‘âlâ bildi ve o kul da Allâh-u Te‘âlâ’nın kendisi hakkında bilip yazdığını ya­şadı. Zâten Allâh-u Te‘âlâ’nın yanlış bilmiş olması düşünülemezdi.
İslamoğlu’nun, kulun kendi kaderine mu­hâlif iş yapabileceğini iddia etmesi, Allâh-u Te‘âlâ’nın bilgisinin noksanlığını iltizâm eder (gerek­tirir). Zîrâ Allâh-u Te‘âlâ kulunun iyi iş­ler yapacağını ilmi ezelîsinde bilmişken o ku­lu­n bu kaderine muhâlefet edip kötü işler yapma­sı, Allâh’ın il­minin yanılması olur ki, bu tarz bir düşünce -me‘âzellâh- insanı İslam dâiresin­den çıkarır. Kader hakkındaki bu yorum insafla dü­şü­nül­düğünde, işin nereye gittiği daha iyi an­laşılır, bunu gör­me­mek için kör olmak gerekir.
“Kadere îmânın gerekliliği”, “Hayır ve şerrin kader olduğu” ve “Kişinin, kaderine mu­hâlefet etmesinin mümkün olamayacağı”nı yu­karıda zikrettiğimiz hadîs-i şerîfler ve bu bapta zikrolunan birçok hadîs-i şerîf ispat etmektedir. (Buhârî:6105-6106-6107-6111-6115; Müslim, Bâ­b-u beyâni’l-îman:9-11, Hükmü’l-azl 2601-2602-3096, el-kader4781-4782-4783…bu bapta birçok hadîs-i şerîf mevcuttur, biz bu kadarla iktifâ ettik)
Kaderi ispat sadedinde bunca hadîs-i şerîf varken, İslamoğlu’nun bunları gör­mezden gelip Cibrîl hadîsi diye bahsettiği, Buhârî’­nin 4404 numaralı hadisinde kaderden bahsedilmemesin­den yola çıkarak:
“Kadere inanmak tar­tışmalı bir fazlalık­tır” tâbirini kullanmasını iyi niyetle bağdaştır­mak ger­çekten mümkün değildir. Bunu değil ehl-i il­imden olan birinin, sıradan bir insanın dahi yapacağına akl-ı selim aslâ onay vermez.
İslamoğlu’nun en büyük tahrîbâtı ise, ka­der gibi tartışılamaz olan hakîkatleri, sıradan bir mevzû imiş gibi tartışılır bir hale ge­tir­mesi ve asırlar boyunca gelmiş geçmiş Ehl-i Sünnet âlimlerimizin tümü hakkında kullandığı “Bun­larda anlama problemi var” tâbiriyle, bu zevâ­ta insanların gözüne baka baka hakārette bulun­masıdır.
Rabbim gözümüzdeki perdeleri kaldırıp hakîkati görmeyi ve o hakîkatten zerre kadar ayrılmamayı bizlere nasip eylesin. Âmîn!

" Kader ve cüz-i ihtiyari,Islamiyetin ve imanin nihayet hududunu gösteren, hali ve vicdani bir imanin cüz´lerindendir." R.N.K.
Kader imanin rükunlerindendir.Bu sirr-i azami tam anlamak isteyen Kader Risalesi olan 26.Söz´e müracat edebilir.Zira dört mebhas icinde pek harika olarak tam halledilmistir.Hem öyle izah edilmis ki
herkes derecesi ve samimiyeti nisbetinde mutlaka istifade edebilir.Cünkü ilm-i kelamin dahi imamlarindan Sadeddin-i Taftazani ancak havasa 30-40 sayfada izah edebilmis.Yoksa bazilarina göre, mayinli tarla suretinde görünebilir.

ALLAH RAZI OLSUN BU GÜZELİM KİTABI HAZIRLAYANLARDAN. MUSTAFA İSLAMOĞLUNUN SAPIK FİKİRLEİRNE KARŞI HAZIRLANMIŞ ÇOK ŞAHANE BİR ESER. MUTLAKA AMA MUTLAKA ALMANIZI TAVSİYE EDERİM. OKUYUP ÖĞRENİP AMEL EDİP BAŞKALARINI DA BU ADAMIN FİTNLERİNDEN KORUMAMIZ GEREKMEKTEDİR.
VESSELAM.

KADER YAZILMIŞ, YAPMAYA MECBUR OLUNAN ŞEY DEMEK. İNSANOĞLU YAPIP ETTİKLERİNİ ANCAK KENDİ İRADESİYLE YAPMAYI TERCİH EDER. ALLAH'TA HER AN YARATARAK BU FİİLLERİN OLUŞMASINA İZİN VERİR.

BURADAKİ TARTIŞILAMAYACAK NOKTA ŞUDUR Kİ ALLAH HER OLAN OLACAK KONUSUNDA SONSUZ BİLGİ SAHİBİ OLDUĞU İÇİN KULUN YAPIP ETTİKLERİNİ DE YAPIP EDECEKLERİNİ DE ZAMANA VE MEKANA BAĞLI KALMAKSIZIN HER AN GÖRÜP BİLMEKTEDİR.BURADA ÖNEMLİ OLAN BU BİLGİNİN KADER(Mecburen olması gereken iş) DEN DEĞİLDE ALLAH'IN İLMİNİN SONSUZ OLUŞUNDANDIR. YOKSA İNSAN İRADESİNİN NE HÜKMÜ KALIRDI Kİ ?


Kitap Tavsiye ve Analizleri

MollaCami.Com