Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim
Uçsuz bucaksız, lekesiz bir beyazlık
Halis ECE
Uçsuz bucaksız, lekesiz bir beyazlık
Kıştan-soğuktan pek de hazzetmememe rağmen, bu günlerde gönlüm, özellikle doğu ve iç anadolu bölgelerimizde ekranda gördüğüm uçsuz bucaksız, göz alabildiğince beyazlıkları özlüyor. Buz tutmuş nehirleri-ırmakları, çayları-dereleri, hatta bir zamanlar (1954) donan Boğaz’ın durumunu düşünüyorum... Kuzey denizlerinin o ufuk çizgisine doğru göz alabildiğine uzanan beyaz bir ova gibi görünüm arz eden manzarasını hayal ediyorum…
Aslında nehirleri-dereleri, denizleri-gölleri, hatta yapay olanlarını-barajları bile uzun uzun seyretmeyi severim. Hele hele derelerin, ilkbaharda şırıl şırıl akışını, çayların-ırmakların çağlayanlarını seyredip dinlerken, dinlenir, gerçekten mest olurum. Kendimden geçer farklı dünyalara, hülyalara dalarım. Son zamanlarda farkettim ki, bütün bunların donmuş hallerini seyretmek de başbaşka bir keyif veriyor insana...
Geçenlerde şunu söyledim kendime: Evet ben kırları, çayırları-bayırları, dağları-yamaçları, ormanları-ağaçları, farklı yapılardaki arazileri seviyorum. Ancak bunun yanında göz alabildiğince uzanan engelsiz-engebesiz, tepesiz düzlükleri-ovaları (Çukurova tabiriyle sehilleri) da seviyorum.
Basarımın (gözlerimin), bir çift atlı gibi ufuk çizgisine doğru gönül rahatlığıyla koşturabildikleri… Koşturdukça yorulmak yerine rahatladıkları… Basiretimin berk-şimşek gibi, bir burak gibi mesafeleri dürüp katlayıp, sonla başı aynı anda ve aynı netlikte gördüğü o uçsuz-bucaksız bakışları seviyorum. O bakışlar bana rehavet değil ferahlık, bedbinlik değil nikbinlik veriyor. Huzur ve sükûn ilka ediyor yorgun bedenime-gönlüme… Sanki başka âlemlere sefer başlıyor… “Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz” (Edebiyat İkliminde Seyahat; Kuutu’l-Kulûb, Ebu Talib Mekki) düsturunun sırrı tecelli ediyor.
Bu halin, bence daha başka türlü anlatılablmesi muhal! Zira insanın sınırlı idrak ve şuur gücüyle sonsuzluk, herhalde ancak bu kadar kavranabilir. Gözün gördüğü en son noktaya kadar giden ve orada sonlanmayıp sadece belirsizleşen bir uzaklığın verdiği mesafesizlik hissi... Ondan ötesini sadece basiretle ihata edebilme şansı… Bu, karaların karlarla bembeyaz olduğu, ormanların yemyeşil uzayıp gittiği, baharda kırların olanca güzelliklerini giyindiği, okyanusların-denizlerin ve göllerin en canlı maviye büründüğü zamanlarda da hissedilen bir şey… Keza donup, öyle bembeyaz bir düzlüğe dönüştüğü zamanlarda da...
Bir belgeselde seyrettiğim o insan, donmuş denizin ya da gölün kıyısında, madde gözüyle sanki bir sonsuzluğun fotoğraflarını çekmek arzusuyla, minicik bir delikten neredeyse kâinatın bütününe baktığının farkında mıydı acaba!.. O esnada ben, ayetlerde-hadislerde okuduğum mahşer tasvirlerini düşündüm, onlar geldi aklıma… Diriltilen mahlûkatın toplandıkları "mahşer" fevkalâde geniş, düz, binasız ve yapısız yepyeni bir yer olacaktır çünkü... Mesela bir hadis-i şerifte, "Kıyamet günü insanlar, halis undan yapılmış dümdüz ekmek gibi esmere yakın beyaz bir yer üzerinde toplanacaklardır" (Buhârî ve Müslim'den, Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, İstanbul 1962, 5, 365) diye tarif ediliyordu mahşer yani toplanma yeri... Dümdüz ve esmere yakın beyaz bir yer... Bütün insanlığın bir araya gelip toplanacağı, ardına saklanacak hiçbir yer olmayan o sonsuz gibi olan düzlük... Bütün eğriliklerin aşikâr olacağı yer...
Discovery ve National Geographic’te seyrettiğim birçok belgeselde böyle donmuş denizler ve göller bir gerilim unsuru olarak kullanılıyordu. Gerilimin tepe noktasında buz mutlaka kırılır, birileri içine düşer… Ve çoğunlukla da bir daha çıkamaz. Buzdaki bir delik, neredeyse uzaydaki bir kara delik gibidir. Bunu bildiğim için donmuş gölün ortalarına doğru çıkılan yürüyüşleri son derece irkiltici bulurum. Hatta belgeselde seyrederken bile rahatsız olur, ha kırıldı ha kırılacak, içeri düşüp kaybolacaklar diye endişeyle bekler dururum. Bir şey olmayınca da, bir oh çeker, tamam bu sefer de ucuz kurtuldular der nefes alırım.
İşte bu halet-i ruhiyem yüzünden, çok sevdiğim, adeta sonsuzluğa uzanan bu beyaz düzlükte bir kere olsun yürüyüşe de çıkmadım bu zamana kadar... Hep kenardan temaşa ettim o enfes manzarayı. Bazen de sadece kayaların uçlarının buzun dışına çıktığı kıyı boyunca biraz yürüdüm. Ayağımın altındaki buzun, en fazla bir metrelik bir derinliği örttüğünü bilerek... Yoksa onu da yapmaktan imtina ederdim.
Buzların üstünde ne olduğunu görüyoruz, kuşkusuz altında da bir başka dünya vardır. Karın, toprağın altında olduğu gibi...
Hayat narindir, kırılgandır. Bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz, idrak edemeyeceğimiz milyonlarca tehlikeye sonuna kadar açık ve savunmasızdır varlığımız... Hayatla ölüm arasındaki zamanın uzunluğu da sadece bir “an” kadardır. Gölün üstündeki buz tabakası kadar incedir hayatla memat arasındaki sınırlar...
Evet, meteoroloji İstanbul için de güzel tahminler sunuyor. Bekliyoruz… Ama görülür ufkta ne öyle bir kar, ne de Boğazı donduracak soğuklar gözüküyor. Fotoğraf makinelerimizin deklanşörüne basıp merak ettiğmiz manzaraları yakalamak hayal gibi... Hayalimizdeki o uçsuz-bucaksız beya zlıkların kaydını bu yıl da (2008) tutamayacağız anlaşılan. Geçmiş fotoğralarla, 1986’nın kar ve buz manzaralarıyla yetineceğiz. Biliyorum ki o fotoğraflar halen canlılığını koruyor. Bu da bana bir tesilli kaynağı… Çünkü o kar hatırası fotoğraflar, gerek hafızamın gerekse albümümün unutulmazları arasında yerini çoktan aldı. Pek silineceğe-solacağa da benzemiyor gibi…
Bembeyaz örtülere bürünmüş bir şehirde, donmuş Boğaz’ın ya da bir gölün o âdeta sonsuza uzanan beyaz bir düzlüğün kıyısında insan olmak... Bir nokta kadar küçülüp kalmak... Kendinin bir hiç olduğunun idrakini yaşamak… Etrafa vuran her rüzgârda sağa-sola savrulmak... Soğuktan çok, gözün ve özün birlikte farkına vardığı bu tefekkür ve his deryasında üşümek, üşümek, üşümek... Sonra kendine gelip, baharın-yazın kıymetini bilmek… Şükretmek, şükretmek, şükretmek… Gerçekten paha biçilmez bir tecrübe bu, inanın.
Rabbim, öyle kar ver ki bu güzel şehrimize; geceleri ak-pak bir kefen gibi sarsın, gündüzleri bembeyaz bir gelinlik gibi örtsün… Bakmaktan gözlerimiz kamaşsın, gönüllerimiz kar gibi olsun.
kardeşim ellerinize ve gönlünüze sağlık.İnsanın ruhunu dinlendiren bir yazı yazmışsınız.Selamlar
Edebiyat ne güzel.. Görüp te dile getiremediklerimizi edipler herkes adına görüyor ve tablolaştırıyorlar.. Edebi sanatları ve gönül zenginliklerini ortaya kolarak... Diğerlerine de sadece okuyup zevkle bilgilenmek kalıyor.. Allah razi olsun. Selam ve dua ile..
Şükranlar sevgili arifus ve alanyasultanı...
Dualarınız dualırımızdır.
Bilmukabele selamlar...
Soruyu öyle sor ki; ne kendine utanç, ne de sorulana azap olsun.
"Rabbim, öyle kar ver ki bu güzel şehrimize; geceleri ak-pak bir kefen gibi sarsın, gündüzleri bembeyaz bir gelinlik gibi örtsün… Bakmaktan gözlerimiz kamaşsın, gönüllerimiz kar gibi olsun"
yazının tamamı gibi duanız da ne güzel.. bir nefeste okudum desem yalan olmaz sanırım.. duanıza da katılmamak olanaksız halisece kardeşim.. ama bir türlü o örtüyü istenilen anlamda göremedik heralde göremeyeceğiz bu yıl.. Rabbim hayırlısını versin. Selam ve dualar..