Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Ezan-İkamet ve "Türkçe Ezan" meselesi

Halis ECE

Ezan-İkamet ve "Türkçe Ezan" meselesi


Vakitler, Cenab-ı Hakk’ın ilahi birer nimeti olan namazlar için zahirî bir sebep ve namazı kullarına farz kıldığının bir alâmeti olduğu gibi, ezan da vaktin alâmetidir.

Ezan’ın lûgavi manası/sözlük anlamı “bildirmek”tir. Yani ezan i’lâmdır, bildirmedir. Gerçi aslında vakit de bir i’lâmdır, fakat seçkinlere... Ezan ise herkese i’lâmdır; avam-havas, ehassu’l-havas… O bakımdan Müslümana yakışan, vakit ile kendine gelmektir. Vakit ile kendine gelemeyeni ise ezan uyarır.

Fıkıh lisanında ezan, “Özel bir şekilde yapılan bildirim”in adıdır. Ezan okuyana da müezzin denir.

Namaz için ezan okumak vacip değilse de vacip kuvvetinde müekked bir sünnettir. Bir namaz vaktinin girdiği ezanla ilân edilir. Bir günde 5 vakit namaz vardır ve 5 defa ezan okunur.
***

Ezanın sahih/geçerli olmasının şartları

1. Kelimelerinin asli şekliyle yani Arapça olması,

2. Müslüman ve akıllı bir kimsenin okumasıdır.



Ezan şu mübarek kelimelerden meydana gelmiştir

Allâhü ekber Allâhü ekber. Allâhü ekber Allâhü ekber.

Eşhedü en lâ ilahe illallâh. Eşhedü en lâ ilahe illallâh.

Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh. Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh.

Hayye ale’s-salâh. Hayye ale’s-salâh.

Hayye ale’l-felâh. Hayye ale’l-felâh.

Allâhü ekber Allâhü ekber. Lâ ilahe illallâh

***

Ezanın okunuş şekli; yavaş yavaş, harfleri ve kelimeleri tane tane okumak, ikamette olduğu gibi acele etmemektir. Bütün vakitlerde okunan ezanlar aynıdır. Ancak sabah ezanında, “Hayye ale’l-felâh”dan sonra iki defa, namaz uykudan hayırlıdır anlamındaki “es-Salâtü hayrun mine'n-nevm” cümlesi ilave edilir.

İkamet de ezan gibidir. Ancak ikamette “Hayye ale’l-felâh”dan sonra iki defa “Kad kameti’s-salâh” denilir.

Ezan ve ikamet, normal zamanlarda ve yolculukta, farz namazları edada ve kazada erkeklere müekked bir sünnettir. Kadınların ise ezan ve ikamette bulunmaları mekruhtur. Vakit girmeden ezan okunmaz, okunursa tekrar edilir. Ezan, vakitlerin sünneti değil namazların sünnetidir. Onun için kaza namazlarına da ezan ve kaamet okumak sünnettir. Evde, işyerinde ve kırda namaz kılanların yalnız ikametle yetinmesi caizdir, çünkü mahallenin ve köyün ezanı onlar için de geçerlidir. Fakat ikameti terk edip yalnızca ezanla yetinmeleri mekruhtur. Câhillerin ve fâsıkların ezan okuması da mekruhtur. İyiyi kötüyü, yanlışı doğruyu ayırabilen (mümeyyiz) sabinin ezan okuması caizdir.

Biraz önce de belirttiğimiz üzere kadınlar ezan ve ikaamet okumazlar. Ezan ve ikaamette cümlelerin son kelimeleri cezimlidir. Yani son harflerinde durulur, harekelendirilmez. "Hayyeale's-salâti Hayyeale's-salâh" şeklinde değil, "Hayyeale's-salâh, Hayyeale's-salâh" diyerek her cümlenin sonu cezimli okunur. Tekbirlerde durulmayarak geçilmesi halinde ise “ra” harfi, “Allâhü ekberallâhü ekber” şeklinde meftuh/üstün okunur.
***

Ezan okunurken...

Ezan okunurken kişi; şayet namaz kılmıyor, hutbe okumuyor, hutbe dinlemiyor, derste ve yemekte de değil, bir ihtiyacını giderme (tuvalet) durumu da yok, (kadın) âdetli ve lohusa da değilse ezana icabet eder. Yani hürmetle dinler ve bu esnada tekbirleri, şehadetleri müezzinle birlikte aynen tekrar eder. “Hayye ale’s-salâh ve Hayye ale’l-felâh”larda 4 kerre “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azıym” (1) der. (Sabah ezanındaki “es-Salâtü hayrun mine'n-evm” cümlesine karşılık, doğrusun hakikati-gerçeği söylüyorsun anlamında, “sadakte ve berirte” diyerek icabet eder.) Sonra, “Allâhü ekber Allâhü ekber Lâ ilahe illallâh” diyerek müezzinle birlikte bitirir ve ardından da şu duayı okur:

Allâhümme Rabbe hâzihi’d-da’veti’t tâmmeti ves-salâti’l-kaaimeti âti Muhammedeni’l-vesîlete vel-fazîlete veb’ashü mekaamen mahmûdeni'l-lezî veadtehû, inneke lâ tuhlifü’l-mîâd.”

Manası: Allâh’ım! Ey bu dâvetin ve kılınmak üzere bulunan namazın Rabbi. Peygamberimiz Hazreti Muhammed’e (s.a.v.) vesîleyi ve fazileti ver. Onu kendisine va’detmiş olduğun Makâm-ı Mahmûd’a eriştir. Şüphesiz sen, va’dinden dönmezsin.(2)
***

Sonuç olarak diyebiliriz ki;

Ezan-ı Muhammedî, İslâm’ın en büyük güzelliklerinden biridir. Bununla müezzin, bütün âleme karşı Allah Teâlâ’nın varlığını, birliğini, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hak peygamber olduğunu ilan eder. Bütün insanları ebedi kurtuluşa ve saadete/mutluluğa çağırır.

Milli şairimiz ne de güzel söylemiş:

Şu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli
.”
***

KA‘BE’NİN ÜZERİNDE OKUNAN EZAN

Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.), öğle vakti girince, Ka‘be’nin üzerine çıkıp öğle ezanını okumasını Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) emretti...

Ebû Süfyan bin Harp, Attâb bin Esîd, Hâris bin Hişâm ve daha başkaları Ka‘be’nin yanında oturuyorlardı. Hz. Bilâl, sesini olanca gücüyle yükselterek ezan okumaya başladı. Kureyşliler’den bazıları, “Ey Allâh’ın kulları! Ka‘be’nin üzerinde ezan okumak, bu kara köleye mi düştü?!” dediler. Bazısı da, Allâh’ın hoş görmeyeceğini ve bu işi değiştireceğini söylediler. “Eşhedü enne Muhammede’r-Resûlüllah” şehâdetine geldiği zaman, Ebû Cehlin kızı Cüveyriye, “Hayatıma yemin ederim ki, Allah Muhammed’in şânını, nâmını yükseltti. Namazı kılarız amma, vallâhi, sevdiklerimizi öldürenleri, hiçbir zaman sevmeyeceğiz! Muhammed’e gelen peygamberlik, babama da gelmişti. Fakat o, bunu reddetmiş, kavmine aykırı davranmak istememişti” dedi.

Halid bin Esîd,

- Kim bu seslenen? diye sordu.

- Bilâl bin Rebah, dediler.

Diyalog şöyle devam etti:

- Ebû Bekir’in Habeşî kölesi mi?

- Evet.

- Nereden sesleniyor?

- Ka‘be’nin üzerinden!

- Onu Ka‘be’nin üzerine Ebû Talha oğulları mı çıkardı?

- Evet!

- O, neler söylüyor?

- “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh! Ve eşhedü enne Muhammede’r-Resûlüllah!”
diyor.

Halid bin Esîd, “Şükürler olsun ki, Allah, babam Esîd’i öldürdü de, ona bugünü göstermemek, şu hoşlanmayacağı sesi işittirmemek lûtfunda bulundu!” dedi. Esîd, Mekke’nin fethinden bir gün önce ölmüştü.

Hâris bin Hişâm, “Vallâhi, onun hakikaten peygamber olduğunu bilseydim, muhakkak kendisine tâbi olurdum!” dedi. “Muhammed’in, putları adamlara nasıl kırdırdığını ve şu kara köleyi Ka‘be’nin üzerinde nasıl bağırttığını görmüyor musun?” denildiği zaman da, “Eğer Allah, böyle olmasını istemeseydi, elbette onu değiştirirdi! Vay benim başıma gelenlere!.. Keşke ben, şu günden önce ölseydim de, Ka‘be’nin üzerinde Bilâl’in anırdığını işitmeseydim!” dedi.

Hakem b. Ebi’l-Âs, “Vallâhi bu büyük bir hâdisedir! Benî Cümahlar’ın kölesi çıksın da, Ebû Talhalara ait Beytullah üzerinde anırsın? Olur şey değil!” dedi.

Süheyl bin Amr da dedi ki: “Eğer Allah buna gadaplanırsa, muhakkak onu değiştirir. Eğer buna râzı olursa, onu yerleştirir!”

Ebû Süfyan bin Harp ise, “Ben bir şey söylemeyeceğim. Şayet bir şey söyleyecek olursam, şu kumlar, söylediğimi Muhammed’e haber verirler!” dedi. Nitekim Cebrâil aleyhisselâm da gelip, bunların söylediklerini Peygamberimiz’e (s.a.v.) haber verdi. Resûlüllah Efendimiz onların yanına varıp başlarına dikildi ve “Ben sizin söylediklerinizi biliyorum! Ey filan! Sen şöyle söyledin! Ey filan! Sen şöyle söyledin! Ey filan! Sen de şöyle söyledin!” buyurarak, onların konuştuklarını kendilerine birer birer haber verdi.

Ebû Süfyan, “Yâ Resûlellah! İyi ki ben bir şey söylemedim!” dedi. Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti...

Hâris bin Hişam ile Attâb bin Esîd, “Biz şehâdet ederiz ki, sen Resûlüllah’sın! Çünkü, vallâhi bu söylediklerimize, yanımızdakilerden başka hiç kimse vâkıf değildi. Konuştuklarımız sana, herhalde Allah tarafından haber verilmiştir” dediler.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), öğle namazını kıldıktan sonra Ka‘be çevresindeki bütün putların bir araya toplanarak ateşe verilip yakılmasını, kırılacak olanların da kırılmasını emretti ve emri yerine getirildi.

Fudâle bin Umeyr, bu hususta söylediği şiirinde (mealen) şöyle demiştir:

Sen, Mekke’nin fethinde putları kırdıkları gün, Muhammed’i ve ordusunu bir göreydin!.. Allâh’ın nûrunun nasıl parladığını; şirk ve küfrün yüzünü, karanlıkların nasıl bürüdüğünü de görürdün!”(3)


DİPNOTLAR
(1) Manası: “Günahtan dönmek ve ibadetegüç bulmak ancak Allâh’ın lûtfu ile olur.”
(2) Eserlerde, vesîle’nin de fazilet’in de cennette yüksek birer makam, Makâm-ı Mahmûd’un ise, en büyük şefaat makamı olduğu ifade edilmiştir.
(3) Ebû’l-Münzir Hişâmü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 31.

Osman Özsoy'un, 15.06.2007 günü haber7.com'da yayınlanan "Türkçe ezanda çevrilmeyen tek kelime" başlıklı yazısından...


"Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, 18 Temmuz 1932 tarih ve 636 sayılı genelgesiyle ezan ve kametin Türkçe okunacağını bildiren kararının ardından, tam 18 yıl boyunca Türkçe okun[muştu ezan]...

"Biliyor muydunuz, Türkçe ezanda Allah kelimesi [ism-i Celâl'i] dâhil her kelimeyi değiştirmişler, sadece bir kelimeye dokunmadan olduğu gibi bırakmışlardı.

"[Bunun] hangi kelime olduğunu izah edeceğim....

"Aralarında Hafız Burhan, Sadettin Kaynak, Hafız Nuri gibi isimlerin bulunduğu komisyonun çevirisini yaptığı "Türkçe ezan" metni şöyleydi:

''Tanrı uludur, Tanrı uludur
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed.
Haydin namaza, haydin namaza
Haydin felâha, haydin felâha
Tanrı uludur, Tanrı uludur
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.''


"İşte o kelime…

"Ezanın Türkçeye çevrilmeyen tek kelimesi ‘felâh’ oldu.

"Sebebi, halkın felah kelimesinin ‘kurtuluş’ anlamına geldiğini bilmemesini sağlamak ve ezan okunurken, “haydin kurtuluşa” manasına gelecek bir çağrıda bulunmamaktı.

"Allah’a ulaşmak özgürlüklerin en güzelidir. O an tüm dünyevi ayak bağlarından sıyrılır ve başka bir boyuta geçer insan.

"Namaz bu duygunun en yoğunluklu yaşandığı andır. O an kendine gelir ve her şeyiyle Rabbine döner insan. Kula kul olmaktan kurtulur. Hani Milli Şairimiz Mehmet Akif,

O rükû olmasa dünyada eğilmez başlar…” der ya…

"İşte namaz insana, Allah’tan başka kimseye boyun eğmemeyi talim ettirir.

"İşte ezanı Türkçeye çevirenler, ‘felah’ kelimesini de Türkçeye çevirip “haydi kurtuluşa” anlamına gelen bir çağrıya zemin hazırlamamakla, namazın temel fonksiyonunu acaba nasıl etkisizleştirebiliriz düşüncesinde olmuşlardır.

"Şimdilerde ara ara aynı düşünceyi seslendirip “millet anlamıyor, Türkçe okunsun” diyenlerin amacı milletin anlaması değil, değerlerinden kopmasının kapısını aralamaktır.

"Milletin değerleriyle cebelleşmeyi kendine vazife edinen dünyanın başka neresinde bu tür insanlar vardır acaba? Çok yazık.

"Çok şükür o günler geride kaldı.

"Geri getirme heveslilerinin çabaları da kursaklarında kalmaya mahkûmdur.

"Allah bugünlerimizi aratmasın."

Mesâil-i şeriattan bir kısmına "taabbüdî" denilir, aklın muhakemesine bağlı değildir, emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.
Bir kısmına "mâkulü’l-mânâ" tabir edilir.

Yani, bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü hakikî illet, emir ve nehy-i İlâhîdir.Şeâirin taabbüdî kısmı, hikmet ve maslahat onu tağyir edemez. Taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor; ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse onu tağyir edemez. Öyle de, "Şeâirin faydası yalnız malûm mesâlihtir" denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faydası olabilir.
Meselâ, biri dese, "Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu hâlde bir tüfek atmak kâfidir." Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi o maslahatı verse, acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahâlisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak? (Risale-i Nur'dan,Mektubat s.386)


Elfâz-ı Kur’âniye ve tesbihât-ı Nebeviyenin lâfızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibidir; belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübarekeler, mânâ-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez. (a.g.e s.326)
_______________________________________________________________________
Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat'iyetinde,gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecektir.

Öncelikle ilgin ve değerli katkıların için teşekkürler YOLCU kardeşim...

Yani İslâm Akaidi'ndeki ifadesiyle emirler, kısaca kiye ayrılır:

1. Taabbüdî emirler.

2. Ta'lîli emirler.

Taabbüdî emirlerde neden-niçin gibi sebepler aranmaz-aranamaz...

Bu babta hulasaten şunları söyelebiliriz: Şer’i bir hükmün istinbatında/ortaya çıkartılmasında meşru ve ma’kul bir yol/delil kabul edilen kıyas’ın bazı istisnaları vardır. Bunların ilki, taabbudi olan hükümlerdir. Mesela akşam namazının üç rekat olması, haccın menasikinin şekli, sayısı, mesh üzerine meshetmek, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.), kendisine mahsus şartlara bağlı olarak gerçekleşen evlilikleri gibi... Akıl bu hükümlerin illetini (konuluş hikmetini-sebebini) anlamamaktadır.

Keza teyemmüm ve namazın şekli ve rek'atlarının sayısı gibi, hükmün manası eğer akıl ile bilinemezse, bunlar da kıyas mevzuu olamaz. Kur’an-ı Kerim'de yer alan bu nevi nass'lara taabbudi hükümler denir. Bunlarda kıyas cari ve mer'i olmaz. Çünkü kıyasın esası, hükmün illetinin bilinmesidir. Taabbudi hükümlerde ise illeti bilmenin, beşer gücü ile imkanı yoktur.
***

Ta'lîli emirlerde ise sebep-illet ve hikmetler araştırılabilir. Bu cümleden olarak
Kur’an'ın açıklanması ve İslamî hükümlerin ortaya konulmasında kullanılan şer’i delillerden biri de Kıyas’tır. Fıkhi bir tabir olarak kıyas, hakkında sarih nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, Kitap ve Sünnet'te hükmü açıkça bilinen meseleye göre ortaya koymaktır. Başka bir tarif ile kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet (sebep) dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamaktır.

Buna göre müçtehid tarafından içtihad yapılarak çıkarılan hükümler, kıyas yoluyla Kitap ve Sünnet'e dayandırılmış olur. Çünkü bütün şer’i hükümler ya doğrudan, ya da dolaylı olarak Kitap ve Sünnet'e dayanır. İslam hukukundaki kıyas insan aklının tabii olarak kabul ettiği bir gerçektir. Kur’an’da aklın eşitlik kanunu en güzel şekilde uygulanmıştır. Benzer şeylerin ayni hükmü aldıkları, benzemeyenlerin de ayrı hükümlere bağlı oldukları ifade edilmiştir. Mesela;

“Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler? Allah onları yere batırmıştır. Kafirlere de onların benzeri vardır.” (Muhammed sûresi, 47/10)

“Yoksa kötülük işleyenler, ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, iman edip yararlı işler işleyen kimselerle bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Câsiye sûresi, 45/21)

Bu iki ayet-i kerime yukarıda ifade etmeye çalıştığımız husus için gayet güzel birer örnektirler.

Keza Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) oğulluk edindiği Zeyd b. Harise’den (r.a.) boşanmış olan Zeyneb (r.anha) ile evlenişinin sebebi Kur’an’da şöyle açıklanmıştır:

“Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu (Zeyneb’i) seninle evlendirdik ki, evlatlıkların eşleriyle ilgilerini kestiklerinde, onların bu eşleriyle evlenmeleri hususunda mü’minlere bir zorluk olmasın.” (Ahzab sûresi, 33/37) Ve yine, Cenab-ı Hak, ganimetlerin fakir, yetim ve Rasûlüllah'ın (s.a.v.) yakınları ve yolda kalmışlara dağıtılmasının hikmetini, servetlerin, zenginlerin ellerinde dolaşan bir sermaye olmasını engellemek olduğunu... İsrailoğullarına kendi zulümlerinden ötürü bazı helal rızıkların haram kılındığını... İçki, kumar ve fal oklarının mü’minler arasında düşmanlık tohumlarını ekmesi sebebi ile haram ilan edildiklerini bildirmiştir. (Bkz. Haşr sûresi; 7; Nisa sûresi; 160; Maide sûresi; 91)

Bu ayetlerdeki hükümlerin sebeplerinin zikredilmesi, nass'ların ta’lili kıyasın zaruretini göstermektedir. Öyle ise hakkında nass bulunmayan benzer hususlar, bu nasslara kıyas edilerek müçtehitler tarafından belirli hükümlere ulaşılabilir. Ayni örnekleri Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) hayatından misallerle anlatan fakihler, Kıyas’ın şer’i bir delil olmasını genişçe açıklamışlardır.

Bir başka misal:

Kur'an-ı Kerim'de Cuma vakti alış-veriş yapılmaması istenmiştir.

Kısacası Kur’an ahkamının ta’lili mevzuunda tek düze bir üslup kullanılmamış, pek çok yollarla hükmün illeti ve gözetilen maslahat belirtilmiştir.

Kur’an’ın genelde hükümleri talil etmesi ve mümkün mertebe taabbudi sınırını dar tutması neticesinde, hükümlerden maksadın mücerred kulluk ve inkiyad olmadığı; aksine, kulların maslahatlarının temini olduğu, dolayısıyla da hükmün, uygulanırken, gözetilen maslahatı ortaya koyup koymadığına bakmanın gereği doğmuştur.

Selam ve dua ile...

haber7.com, 18 Haziran 2007

Ezan böyle Türkçe okutuldu


"Bu topraklarda 'yabancı ses Tanrı Uludur'un minarelerden ilk yükseldiği günün üzerinden tam 75 yıl geçti.." Muharrem Coşkun'un kaleme aldığı yazı dizisinin tam metni:

Ezan'ın Özgürleşmesi!

Bu topraklarda “yabancı ses Tanrı Uludur”un minarelerden ilk yükseldiği günün üzerinden tam 75 yıl geçti..

29 Ocak 1932 tarihinde yani bir ramazan ayında başlayan dinde reform girişimlerinin bir parçası olan Türkçe Ezan, ilk kez Hafız Rıfat tarafından Fatih Camii minaresinden seslendirilmişti.. Aslında Osmanlının Batılılaşmasını savunan kesimin son 200 yıldır istediği şey de reformasyondu.. Cumhuriyet işte bu istekleri hayata geçirmek için oldukça elverişli görülüyordu.

1932 Ramazanına kadar çeşitli yıllarda nabız yoklamayla yapılan denemeler 1932 ramazanında fiilen uygulamaya konulacaktı.. Program çerçevesinde;

- İlk Türkçe Kur’an için Yerebatan Camii (22 Ocak 1932),

- İlk Türkçe Ezan için Fatih Camii (29 Ocak 1932)

- İlk Türçe Tekbir için Ayasofya Camii -şimdi ibadete kapalı- (4 Şubat 1932) ve...

İlk Türkçe Hutbe için de Süleymaniye Camii (5 Şubat 1932) seçilmişti..

Aslında Reformasyon hareketi sadece ibadetin dilinde görülmeyecek, giyimden kuşama, medeni hayattan, sokaklara, harften kanunlara kadar her alanda kendini gösterecekti.. Zaten ilk Türkçe hutbeyi Süleymaniye’de seslendiren Hafız Sadettin Kaynak’ın fraklı ve başı açık, cemaatin de fötr şapkalı olması bunun açık göstergesiydi.. Türkçe Ezan uygulaması 18 yıl aradan sonra, Demokrat Parti (DP)’nin iktidara geldiği 14 Mayıs’tan sadece 1 ay sonra 16 Haziran 1950 tarihinde sona ermişti.

Cumhuriyet döneminde şahit olduklarımız, asırlar öncesinden yani 200 yıllık büyük bir projenin parçalarından başka bir şey değildi.. Zaten okuyacağınız bu yazıda da;

Osmanlı'dan Cumhuriyete, Cumhuriyetin ilanından bugüne, dine müdahalelerin temelinde hangi unsurlar yer alıyor.. Pozitivizm, modernleşme ve batılılaşma hareketiyle başlayıp, Cumhuriyetle hızlanan ‘dinde reform’ ya da ‘dinin millileşmesi’ projesiyle bugün seslendirilen ılımlı İslam arasındaki farklar neler? Özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında uygulamaya konulan Türkçe Ezan, Türkçe Kur’an, Türkçe Hutbe ve Türkçe Tekbir girişimleri toplum tarafından nasıl karşılandığı ve nasıl uygulandığı ayrıntılarıyla ele alınacak..?

Dinin millileşmesi ya da milli din tartışmalarının topluma yansıması ve tüm bu uygulamalarda Diyanet’in konumu da bu dizi yazımızda yer bulacak... Yakın tarihin bu en tartışmalı konularına belge ve kaynaklar yardımıyla ışık tutmaya çalışacağız..
***

200 yıldır, İslam sanık sandalyesinde

Türkiye yakın tarihi, özellikle din ve dindarlar noktasında oldukça tartışmalı olaylara şahitlik etti., Osmanlı’nın özellikle son 200 yılında, İslam, geri kalmanın müsebbibi olarak sunulurken Cumhuriyetin ilanından sonra, farklı uygulamalara gidilecekti. Dine müdahaleler, reform adı altında cumhuriyetle birlikte uygulamaya sokulmuş, işe; dinin madebe hapsedilmesiyle başlanmıştı.. Din’in dili ve özüyle oynanmak istenmiş, bu; “Türkçe Kur’an, Türkçe Ezan, Türkçe Tekbir, Türkçe Sela, Türkçe Hutbeyle halka yansımıştı.. İşin ilginci, bu girişimler yine dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Charles Sherill’in taktirini toplamış, dönemin hükümetine övgüler düzmüştü.. Sherill, Bir zamanlar camii olan Ayasofya’da yapılacak Türkçe Tekbir ve Türkçe Kur’an gecesine eşiyle bizzat katılarak, projesi yakından takip ettiğini göstermişti.. Daha da ileri gederek bu projeyi uygulamaya koyanları taktir eden kitaplar dahi kaleme almıştı.. İlerleyen bölümlerde bunların ayrıntılarını zaten sizlerle paylaşacağız..
***

Modernite ve İslam

Batı’da Endüstri devrimiyle ortaya çıkan modern düşünce, din ve geleneği saf dışı bırakmasıyla adından söz ettirdi.. Aslında modernlikle pozitivzm hem çıkış noktası hem, felsefi olarak birbirleriyle çok benzeşiyordu..

Kısacası, Tanrı’dan kopup otonom bir varlığa dönüşmek demekti modernlik.. Pozitivizmin kurucuları da

modernliği coşkuyla karşılamış ve batı modernliğinin insanı özgürleştireceğini iddia etmişlerdi..

1770 yıllarında ilk kez Avrupa’da teleffuz edilen modernlik, Türkiye tarihinde ise daha çok 2. Meşrutiyet döneminde adından söz ettirecekti.. Devleti kurma arayışının bütün şiddetiyle tartışıldığı bir dönemde modernlik; Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük olarak kendini gösterecekti..

Prof. Niyazi Berkes’e göre, Türkiye’de modernite değişimi 17. Yüzyılda başlayıp, 19. Yüzyılda hızlanmış, Cumhuriyetle birlikte radikal bir karakter kazanmıştı..

Cumhuriyetin kurulması aşamasında da modernlik aracılığıyla yeni bir toplum tasarlanacaktı.. Bu tasarı, modernitenin doğası gereği, dinden ve gelenekten uzak, bilim, akıl, doğa ve toplum anlayışı üzerine temellenecekti..

Lale Devri’yle birlikte askeri alanda başlatılan yenileşme, Batı’yı tanıma imkanı bulan aydın bürokrat keseminde İslam’ı problem olarak görmeyi hızlandırmıştı.. Batı’aki İslam aleyhtarı oryantalizm ve pozitivist akımların etkisiyle de Osmanlı aydın ve bürokrasisi, İmparatorluğun gerilemesinde sorumlu tek suçlu olarak İslam’ı sanık sandalyesine oturtmuştu..

Yönetici elit, yenileşme çabasından başka yol olmadığını düşünüyor, bunun yolunuysa Batı tarzı yenilikleri en kısa sürede devreye sokmakta görüyordu.. Bu batıcı kesime göre, geriliğe İslam sebep olmuştu ve dolayısıyla onun oluşturduğu geleneksel yapıdan sıyrılıp, herşeyle Batılı olmak gerekiyordu..
***

İslam’a Rağmen Reform..

1900’lü yılların başına gelindiğinde ise artık herşey için çok geçti.. Önce 31 Mart Vak’ası, ardından 2. Meşrutiyet.. İmparatorluk içerden ve drışardan müdahalelerle adeta can çekişiyordu.. Sonunda 2. Abdülhamid’ 1908’de tahttan indirildi..

Yerine geçen İttihat ve Terakki’nin planları arasında Batı’da olduğu gibi dini reformasyon planları da vardı.. 2. Meşrutiyet’in hakim Türkçülük söylemi, dini, dini telakki ve yaşayışları da etkiler hale gelmiş, Ziya Gökalp’in tabiriyle “Dini Türkçülük” teklifleri etkisini artırmıştı...

Siyasi gelişmelerin, bu söylemin lehinde gelişmesi ise, ibadetlerin Türkçeleştirilmesi projesinin sadece seslendirilmesine değil, adım adım gerçekleştirlmesine de zemin hazırlamıştı...

Kur’an’ın “halk türçesine” çevrilme talepleri günden güne seslendirilir olmuştu.. Ardından da deneme mahiyetinde önce dergilerde, sonra da kitap halinde Kur’an Türkçe haliyle basıldı.. Tam metin olarak halk Türçesi mahiyetinde ilk Türkçe çeviriyi ise Hıristiyan bir arap olan Zeki Megamiz yapacaktı.. Hıristiyan yazarın hazırladığı ilk Türkçe çeviri, önce tepki alır diye saklansa da sonunda 1914 yılında baskıya verilerek piyasadaki yerini alacaktı..
***

Türkçe Namaz İsteği

İkinci Meşrutiyetten sonra Türkçe Kur’an ve Türkçe Hutbe sesleri artacak, hatta İttihatçıların mollalığını yapan Mehmed Ubeydullah Efendi, Talat Paşa’dan Türkçe namaz kıldırmak için izin dahi isteyecekti.. Talat Paşa ise şartların buna elvermediğini söyleyerek bu telibi geri çevirmişti.. Bu durum, ibadetlerin Türçeleştirilmesi projesinin Cumhuriyetten çok önce, özellikle İkinci Meşrutiyet’ten sonra sıkça gündeme geldiğinin açık göstergesiydi..

Türkçe namaz konusu daha sonra 1913 yılında Şerafettin Yaltkaya tarafından ortaya atılacak ancak pek ilgi görmeyecekti.. Aslında bu süreçte sadece Türkçe namaz değil, Türkçe Kur’an ve Türkçe Hutbe denemeleri yapılsa da, cumhireyetin ilanına kadar ciddi bir mesafe katedilememişti.. Tüm bunları uygulamaya koymak için Cumhuriyet dönemi adeta beklenecekti..
***

Geçmişten Kopuş..

Cumhuriyet döneminde garpçılık anlamında uygulanan madornlikle, gelenekten bütünüyle kopulacak, redd-i mirascı bir politika güdülecekti.. Geçmişin, geleneğin ya da dinin sembolleri, kurumları ve etkinlikleri radikal biçimde kaldırılacak, yerine modern kurumlar, modern değerler inşa edilecekti..

Prof. Şerif Mardin’e göre de, Fransız devrimi ile Türk devirimi arasında ciddi farklılıklar vardı.. Zira, “Fransız devriminin arkasında milyonlarca insan kitlesi varken, Türk devrimi kitlelerce desteklenen bir hereket değildi.. Milli mücadelede işgalcilere karşı halktan yoğun destek gelirken, Cumhuriyetin ilanından sonra modernleşme adına atılan adımlar halkın taleplerinden çok uzak ve halka rağmen yapılmıştı.. Türkiye’deki dönüşüm, kitlelerin herekete geçmesiyle değil, tepeden yapılan dayatmalarla başlatılmıştı..

20. Yüzyıl ise osmanlının parçalandığı İslam dünyasında milli devletlerin kurulduğu bir yüzyıl olacaktı.. İmparatorluk önce yine ittihat ve terakkinin kurmayları eliyle birinci dünya savaşına sokulacak, ardından da koca imparatorluğun anadoluya hapsolma süreci başlayacaktı.. Öyle de oldu.. Sonunda 3 kıtaya hakim imparatorluk parça parça edildi, ardından başlayan işgallere karşı milli mücadele başlatıldı.. Ancak çok geçti..

Bu süreçte Türkçülük ise içten ve dıştan esen rüzgarlarla daha da güçlenecekti.. Milliyet fikirinin halk arasında ne kadar hakim olduğu tartışılsa da artık memeleketi milliyet zevkini nefsinde duyanlar yönetecekti..

Anadoluda kurulacak yeni devletin hakim ideolojisi ise, İtalyan yazar Marzio’nun ifdesiyle, “Gelenekleri olmayan bir geleceği karşılamak için geçmişinden kopan türk ulusçuluğu”
olacaktı..

Nitekim bu devirde dini ve ibadetleri de millileştirmeyi arzulayanlar çıkacak ve sonuçta bunları ayrı ayrı düşünmek neredeyse imkansız hale gelecekti..
***

Lozan; Bir Kopuş Belgesi

29 ekim 1923 tarihinde, ilan edilen Cumhuriyetle birlikte Türkiye’de yeni bir tartışma daha başlayacaktı.. Herkes yeni kurulan bu devlette dininin yerinin olup olmayacağını sorguluyordu. Bu soru 16-17 ocak 1923 tarihlerinde, gazeteciler tarafından Düzce'ye gelen Mustafa Kemal'e de sorulacaktı.. Mustafa Kemal ise, "Vardır efendim devletin dini İslam'dır" diyerek cevap verecekti..

Ancak Mustafa Kemal verdiği bu cevabın kendisinin de içine sinmediğini daha sonra yapacağı nutkunda şöyle açıklayacaktı:

"Gazeteci muhatabımın sualine, hükümetin dini olmaz diyemedim. Aksini söyledim. Vardır efendim İslam dinidir. Dedim..."

İzmit'teki konuşmanın yapıldığı tarihten bir yıl sonra da 3 mart 1924 tarihinde, Hilafet kaldırılacak ancak devletin dininin İslam olduğu, anayasadaki yerini koruyacaktı..

Aslında dinde reform hareketlerinin ilk işaretleri, Cumhuriyetin ilanına kısa bir süre kala verilmeye başlamıştı bile.. Cumhuriyet’in ideologlarından Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, 1923 yılında sarfettiği sözler bunun açık göstergesiydi.

Tanrıöver;

Milliyetlerin doğmasında son derece yardımı dokunmuş bir hareket vardır ki, buna dini ıslahat adını verirler.. Reformasyon ismiyle yadedilen bu büyük hareket türklerin dikkatini ne kadar çekse yeridir.. Çünkü kaniim ki; biz de dönüp dolaşıp bu reformasyon hareketini tedkik etmeye ve ondan çıkabilecek derslerden istifade etmeye muhtaç olacağız, hatta mecbur olacağız. Bu hareket içinde bizi en fazla alakadar eden cihet, anadilinin mabed’e girmesidir” diyerek reformasyon hareketlerinin önemli işareteni verecekti..
***

Lozan’la Başlayan Süreç

Din hakkındaki en şiddetli tartışmalardan biri ise lozan görüşmelerinin sürdüğü tarihlerde yaşanmıştı.. Kazım Karabekir paşa’nın anlattığına göre, 18 temmuz 1923 tarihli meclis gündeminde din vardı.. Gerisini Karabekir Paşa’dan dinleyelim;

18 temmuz 1923’te mecliste, Tevfik Rüştü Bey, (Teşkilat- ı Esasiye) ‘anayasada dinimiz apaçık yazılmalıdır’ diyordu.. Ben söz aldım ve sordum, ‘anayasa’da dinimizin İslam olduğu zaten yazılıdır..’ Tevfik Rüştü bey, hangi kanaati haykıracaksın ve anayasaya hangi dini yazdıracaksın? Hıristiyanlığı mı?..’diye sorunca, bu sırada Mahmut Esat (Bozkurt) bey söz aldı ve sertçe cevap verdi: evet hıristiyanlığı, çünki İslamlık terakkiye (ilerlemeye) manidir. Bu dinle yürünmez ve bize de kimse ehemmiyet vermez

Tartışmaya Fethi Okyar da katılarak, “Evet Karabekir! Türkler İslamlığı kabul ettilerinden böyle geri kaldılar ve İslam kaldıkça bu halde kalmaya mahkumdurlar. Bunun için İslam kalamayacağız” diyecekti..

Mahmut Esat Bozkurt’un dile getirdiği, “İslam'ın ilerlemeye engel” olduğu inancı o dönemde neredeyse pekçok kimsenin yaygın kanaati halini almıştı..

Yine Cumhuriyetin ilanına 3 buçuk ay gibi kısa bir süre kala 14 ağustos 1923’te de Ankara Türk Ocağında verilen bir çay ziyafetinde, Mustafa Kemal, “Kur’an-ı kerim’i Türkçe’ye aynen tercüme ettirmek” meselesini ortaya atacak, ancak Karabekir’in “devlet reis’inin din işlerini kurcalamasının doğru olmadığını söylemesi üzerine tartışma çıkacaktı.. Karabekir Paşa'nın bu çıkışana hayli kızan Mustafa Kemal ise;

“Evet Karabekir! Arapoğlu’nun yavelerini Türkoğullarına öğretmek için Kur’an-ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutacağım.. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler” (söylev ve demeçler 1919-1937).

Kazım karabekir, Mustafa Kemal’le yaşadıkları tartışmayı İsmet İnönü’ye açtığında ise daha da ilginç cevapla karşılaşacaktır.. İnönü, “Müslüman olduklarından dolayı bugüne kadar istiklalin kendilerine verilmediğini ve müslüman kaldıkları sürece müstemlekeci devletlerin bilhassa ingilizlerin daima aleyhlerinde olacaklarını, hatta kazanılan istiklalin de daima tehlikede kalacağını” söyler..

19 ağustos 1923 tarihinde de Mustafa Kemal’in de bulunduğu bir yemekte, İnönü ilginç bir inkılap hamlesinden bahsedecektir.. İnönü, “Hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız. Bugünkü kudret ve prestijimizle bu inkılabı yapamazsak, hiçbir zaman yapamayız” diyerek herkesi şaşırtacaktır..

Düne kadar çeşitli cephelerde omuz omuza savaşmış, gaye ve kader birliği yapmış paşalar, zaferden sonra akıllara dahi gelmeyecek şekilde düşünce ayrılıklarına düşmüştü.. Yoksa ülkenin kaderini tayin edecek bu paşalar dış güçlerin zorunlu etkisine mi girmişti? Karabekir Paşa’nın bir türlü anlayamadığı belki de buydu..

Karabekir Paşa ise Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre önce ard arda yaşadığı bu beklenmedik gelişmelerle, o günlerde süren lozan görüşleri arasında bağlantı kurar.. İsmet İnönü’nün yaptığı açıklamaların lozan’dan yeni geldiği bir döneme denk gelmesi ise bu endişeyi daha da artıracaktır.. Hatta daha sonra hatıralarında yeni sistemde din – devlet ilişkilerinin şekillenmesinde lozan’ın faktörünün başrol aynadığını yazacaktı.

Kimi tarihçilere göre de, Lozan görüşmelerine İsmet Paşa ile birlikte giden ünlü Yahudi doktrincisi Haim Nahum’un Lozan’da Batılı devletlere teminat verdiği ve bu yeni oluşumda aktif rol oynadığı belirtiliyordu.. İddiaya göre Haim Nahum, hilafetin kaldırılıp, geçmişe ait bağlardan yeni T.C.’nin koparılacağı sözünü vermişti..

Bu iddianın doğru olup olmadığı bir yana, ilerleyen yıllarda olayların gelişimi bu iddiaları doğrular mahiyette olacaktı..

Nitekim Cumhuriyetin ilanının üzerinden bir yıl geçmeden de, 3 mart 1924 tarihinde Meclis’te ivedilikle görüşülerek kabul edilen üç kanun yeni siyasi yapılanmanın istikametini göstermesi açısından önemli ipuçları verecekti.. Aynı gün çıkarılan hilafetin kaldırılmasıyla ilgili kanunla, yeni tc, İslam dünyası ile bağlarını koparacak, Tevhid-i Tedrisat kanunu ile de medreselerin kapatılması sağlanacaktı.. Böylece örgün din eğitimi büyük ölçüde, yaygın din eğitimi de tamamen ortadan kaldırılacaktı..

Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılmasıyla da şeriat mahkemeleri tarihe karışacaktı..

Din işlerini ise devletin modernleşme politikası çerçevesinde Diyanet İşleri Başkanlığı yürütecekti.. Ancak Diyanet İşleri Başkanığının yetki alanı tartışma götürmeyecek derenecede daraltılmıştı..

Prof. Bülent Tanör, Diyanet’in, bundan sonra izleyeceği konumu şu şekilde açıklayacaktı:

Diyanet İşleri Başkanlığı, teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışıyor, rejimin talepleri doğrultusunda dinin kişiselleşmesine katkıda bulunuyordu..yetkileri sırnırlıydı, ruhani bir otoritesi yoktu. İslami kuralarra öneremez,teolojik araşıtırma yapamazdı, dinsel mülk sahibi değildi.kasacası dib, laikleştirme polotikasına dinsel meşruluk kazandırma görevvi yüklenmişti..devlet, dinin siyasal ve toplumsal alana karışması olasılığına karşı dib’i kullanmaktaydı” (Tanör, Kuruluş Üzerine 10 konfarans, 1920 sonları/ der 1996).
***

Bu değişimi sırasıyla..

- Şapka iktisası hakkında kanun

- Tekke ve zaviyelerin kapatılması

- Evlilik ve nikah hakkında medeni kanunun kabulü

- Rakamların değiştirlemesi

- Latin harflerinin kabul ve tatbiki

- Efendi, bey, paşa gibi unvanların kaldırlması

- Bazı kisvelerin giyilemesinin yasaklanması

- Şer’i mahkemelerin ilgası,

- Haftalık tatilin cuma’dan pazar’a alınması,

- Takvim değişikliği,

- Alafranga saatin kabulü...


... gibi radikal değişiklikler izleyecekti..

Başta hilafetinn kaldırılışı olmak üzere yapılan değişiklikler Batı dünyasında büyük yankı bulacaktı.. Avrupalı ve ABD’li önde gelenlerle, basın neredeyse bayram ediyordu..
***

Boston gazetesi (Amerika ):

"Türkiye halifeyi tekmelemekle kurtuldu.. Batılı temeller üzerine Cumhuriyet ilan edeliyor. Bugüne kadar kurulmuş bütün İslami devletlere temel teşkil eden dini kanun ve gelenekler dağıtılıverdi... Bunun yanında 500 milyon dolar değerendeki tüm dini kurum ve kuruluşlar da devletleştiriliyor..."

İngiliz büyükelçisi Ronald Lindsay:

"laik Türkiye'nin müsülümanları artık ingiliz imparatorluğu için bir tehlike olmaktan çıkmıştır."

Arnold J.Toynbee(İngiliz tarihçi):

"Halifeliğinn kaldırılmasıyla Türkiye, İslam dünyasının merkezi olmaktan çıkmıştır. Türkiye İslam'ın manevi önderliğini bırakıp, köşe başını dönüp, dünyevi bir hükümet kurup halifeyi sınır dışı edince, batılılaşmanın nimetlerine karşılık, İslam birliği ve İslam'ın desteğinden vazgeçer olmuştur.. Ne olursa olsun halifelik İslam toplumunun en birleştirici ve İslamın geçmişi ile en güçlü bağı sayılmıştı.." (Türkiye Türkçesi ist. 1971)

10 nisan 1928 tarihine gelindiğinde ise devletin dini’nin İslam olduğu ibaresi Anayasa'dan çıkarılacak, böylece Cumhuriyeti kuran kadro, kısa bir zamanda dini devletten ayırmış olacaktı..

Görünüşte din devletten ayrılmıştı ayrılmasına ancak, asıl sorun bundan sonra başlayacaktı.. Zira dinin devlete karışmasına müsaade edilmeyeceği, ancak devletin dine dilediği gibi karışacağı yeni ve uzun bir süreç başlamıştı.. Bu süreçte, devlet gerek kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı, gerekse kendi başına aldığı kararlarla dini mümkün olduğunca kontrol altında tutmaya çalışacak, hatta dine, devletin ideolojisine uygun şekiller vermeye kalkışacaktı..

Cumhuriyet'in ilanından sonra, Cumhuriyet idarecilerinin kendilerine hedef olarak seçtiği konulardan biri de dinin millileştirilmesi projesi olacaktı..

Bu proje aslında 1908, yani 2. Meşrutiyetten itibaren seslendiriliyordu.. Proje, 1924, 1926, 1928 ve 1932 ramazanlarında ısrarla gündeme getirilecek, kabul göreceği uygun zaman arayışları sürdürülecekti..

Meşrutiyetten itibaren gündemden düşmeyen dini ıslahat meselesinin Cumhuriyetle birlikte “dinin millileşmesi ve anadilinin mabede girmesi” çalışmaları sırasıyla 1924, 1926, 1928 ve 1932 ramzanlarında gündeme getirilecekti..

Proje zaten, 2. Abdülhamid’i tahttan indirerek yerine geçen ittihat ve terakki’nin planları arasında da bulunuyordu..

Nitekim dinin millileşmesi ya da milli din tartışmaları 1918 yılında dönemin şairlerinden Ziya Gökalpin bir şiirine de konu olmuştu..

Dil ve din bağlantısının belki de en meşhur ifadesi sayılan Ziya Gökalp'in yazdığı bu şiir, dinde reformcolur için ilham kaynağı olacaktı..

"Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur.

Köylü anlar manasını namazdaki duanın...

Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur.

Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın...

Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!.."


Cumhuriyetin ilanından sonra, yapılan devrim ve inkılaplar da bu yönde önemli bir zemin oluşturuyordu.. Ancak yeni uygulamalar çoğu zaman şiddetli tepkilere neden oluyordu.. Milli mücadele yıllarında, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan, vatan savunması için varını yoğunu feda eden müslüman anadolu halkı, zaferden sonra atılan adımlardan hayli rahatsızdı… savaş yıllarında dört elle sarıldıkları din’in, dini müessese ve dindarların kısa süre sonra tasfiyeye kalkışılması

Tepkileri daha da artırıyor, tepkilerin artması üzerine ise yasal düzenlemeler yapılıyordu.. Örneğin 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun kanunu çok şiddetli uygulanacak, böylece muhalif sesler kesilecekti.. Şeyh Sait ayaklanması gerekçe gösterilerek çıkarılan yasadan dolayı çok sayıda yazar, gazeteci ve vatandaş ağır cezalara çarptırılacaktı.. Kurulan İstiklal Mahkemeleri de gece gündüz çalışacakları bir sürece gireceklerdi.. Dönemin basın organları ise kendine göre öcüsünü çoktan oluşturmuştu bile.. Gazetelerde yayınlanan karikatür ve yazılarda, rejim muhaliflerine her türlü hakaret neredeyse serbestti..

"Milli din" tezini savunanlar, yapmaya çalıştıkları ile Avrupa'daki reformasyon hareketi arasındaki benzerliklere dikkati çekiyorlardı. Reformasyonun, avrupa'nın ilerlemesine katkısı öne sürülerek kendi projelerinin de aynı neticeyi doguracağını ima ediyorlardı.
***

“İlk Nabız Yoklaması”

Dinde reform girişimine 1926 yılında seçilen aktörlerden biri, Göztepe Camii İmamı Cemaleddin Efendiydi..

Cemaleddin Efendi, 1926 yılının ramazanında, Göztepe Camii'nde, ilk Türkçe namaz kıldırarak dikkat çekmişti.. Cemaleddin Efendinin bu girişimi her ne kadar ferdi bir çıkış gibi görülse de aslında bir nabız yoklamasıydı.. Nitekim halktan gelen yoğun tepkiler üzerine Cemaleddin Efendi görevinden alınmış, ancak maaşı kesilmediği gibi bir kaç ay sonra da İmam Hatip Mektebi muallimliğine atanmıştı.. Dönemin Diyanet işleri reisi Rifat Börekçi ise Türkçe namaz kılınamayacağını, namazlarda ayet ve surelerin orjinallerinin okunması gerektiğini söyeleyecekti.

Ne var ki toplum hayatının kökten değiştirilmeye çalışıldığı bir dönemde, bu tür karşı çıkışlar pek uzun soluklu olamayacak, ve ibadetlerin Türkçeleştirilmesine yönelik taleplerden vazgeçilmeyecekti.. Bu tartışmaların üzeri henüz küllenmeden bizzat Rifat börekçi'inin başkanlığı döneminde, hutbeler Türkçeleştirilecek ve kitap olarak da basılacaktı..

Kısa bir süre sonra, 1928 yılında da İsmail Hakkı Baltacıoğlu, dinde reform taleplerini yeniden gündeme getirmişti.. Baltacoğlu tarafından hazırlanan "dini ıslah beyannamesi"nde ibadetlerin Türkleştirilmesi hatta yeniden düzenlenmesi öngörülüyordu..

Baltacıoğlu, Kur’an tercümesi ve ibadette reform çalışmalarında aktif olarak görev almıştı.. Kur’an-ı Kerim'de bazı ayetlerin çıkarılmasından, camilere ayyakabılarla girilebileceğine, camilere kiliselerde olduğu gisi sıralar yerleştirilmesi ve müzik eşliğinde ibadet edilmesi gibi radikal öneriler baltacıoğlu'nun gündeme getirdiği bazı taleplerdi.. Baltacıoğlu, bu çabaları nedeniyle Halk Partililerden de büyük destek alıyor, kendisine Luther yakıştırması yapılıyordu..

Dinin Türkleştirilmesi projesinin önde gelen aktörlerinden biri de Dr. Reşit Galip’di.. Galib, Müslümanlık: Türk'ün Milli Dini isimli eserinde, "Şu halde din, dil vasıtasıyla insanın milliyetine girmektedir. Burada din, milli bir unsur oluyor. Binaenaleyh din, milliyetin birbirinden ayrılmaz bir parçasıdır." diyerek yapılacak reformların dil odaklı olacağına işaret ediyordu..

Bu arada siyasi iktidar da boş durmuyor, bir yandan Türkçe hutbeler hazırlatıp Kur’an-ı Kerim ile Sahih-i Buhari'yi Türkçeye çevirtiyor, diğer yandan da ibadetlerin Türkçeleştirilmesi projesi için halkın nabzını yokluyordu..

Hutbelerin ismi ve konusu dahi en tepeden belirleniyor sıkı kontrolden geçiyordu.. Hutbelerin başlıkları da zaten bunu anlatmaya yetiyordu..

Örneğin, Tayyare Cemiyetine yardım, temizlik, herkes kazancına bağlıdır, askerliğin şerefi, say-ü amel, sanat, ziraat, eksik ölçenler, yanlış tartanlar.. Bunlardan bazılarıydı..

Bu arada Sahih-i Buhari'yi tercüme işi Ahmed Hamdi Aksekili'ye, Kur’an-ı Kerim'i tercüme işi ise Mehmet Akif Ersoy'a verilmişti..

Ancak Mehmet Akif, ilk yıllardaki atmosferin giderek değiştiğini görünce, çevireceği Kur’an tercümesinin istemedeği bir maksat için kullanılacağını anlamış ve aldığı ücreti iade ederek bu işten vazgeçmişti.. Tüm ısrarlara rağmen de çevirisini yetkililere teslim etmemişti..

"Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli;

Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;

Bu ezanlar ki, şehadetleri dinin temeli

Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli
."

İfadelerini, yazan Mehmet Akif’in, bu marşını ayakta alkışlayan ruh tamamen gitmiş, şimdi yerine, bu satırların yazarın karamsarlığa düşüren tavırlara girişilmişti.. Yazdığı şiirlerde ve Milli Mücadele yıllarında yaptığı etkili konuşmalarla halkı toplyan Akif, gelinen noktadan endişe ediyordu..

Kur’an-ı Kerim'i tercüme görevini ise daha sonra, meşhur müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır yerine getirecekti.. Elmalılı da, Akif'le aynı endişeyi taşımakla birlikte, çevirdiği Kur'ın'ın önsözüne, "Haşa Türkçe Kur’an" şeklinde bir ifade koyacaktı.. Türkçe Kur’an olamaycağını anlatmak için kullandığı bu cümleyi, mukaddimeden çıkarması istendiğinde ise, bir adım daha atarak, "Türkçe Kur’an mı var behey şaşkın!" ifadelerine yer verecekti..

Tartışmalar sürüp gidiyor ancak kimse dinde reform taleplerinin gerçekleşebileceğine ihtimal vermiyordu.. Ta ki 1932 ramazan'ına kadar..
***

Şapkalı Cemaat, Frakla Hutbe

1923'te Ziya Gökalp'in "Dini Türkçülük", 1928'de İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun "İslam'ın Türkleştirilmesi", 1932'de ise Reşit Galip'in "Milli Müslümanlık" adını verdiği ibadetlerin Türkçeleştirilmesi projesi aslında, Mustafa Kemal'in zihninde tasarladığı düşüncelerin yazılı ifadeleriydi..

Niketim kendisi de şartların oluştuğunu düşündüğü 1932 ramazan'ında bunu tatbik mevkiine koyacak ve Reşit Galip'le birlikte gerekli hazırlıklara girişecekti..

Örneğin aynı yıl Ayasofya Camii'ni gezip, dolmabahçe sarayı'na döndüğünde, Ayasofya camii hakkındaki düşüncelerini anlattıktan sonra, ‘Reşit Galip'e şu teklifte bulunacaktı..

"Reşit Galip! Ayasofya senin Müslümanlık tezini münakaşa edeceğin güzel bir yer değil mi? İstanbul'daki din ulemasını toplayalım, halka da ilan edelim, herkes gelsin.. Camiye hoparlör yerleştirelim, içeriye giremeyenler dışarıdan dinlesin.. Sen fikrini bu ulema ile münakaşa et.. Halk hakem olsun!"

Reşit Galip'in temkinli yaklaştığı bu teklife, dönemin başbakanı İsmet İnönü de ilginç bir gerekçeyle karşı çıkar.. Falih Rıfkı Atay'ın yazdığına göre, İnönü, Atatürk'e yalvarır bir eda ile, "İsterseniz önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaz'a sıra gelir" der..

Bunun üzerine, Mustafa Kemal Reşit Galip'le dolmabahçe sarayında derin bir çalışmaya koyulur..

Alınan karar gereği Atatürk ile Reşit Galip 4 maddelik bir planda karar kılarlar..

- Müslümanlığın bir Türk dini olduğu ispat edilecek

- Dinde ibadetin "Allahla kul arasında bir kalp bağlılığı" olduğu tezi inkışaf ettirilecek

- Kul'un, tanrısına ibadet ederken söylediklerini kalbinden söylemesi lazımdır. Kalbin dili de anadilidir. Onun için duaların anadiliyle yapılması lazımdır. İnancı oluşturulacak

- Bu fikirde ittifak hasıl olduktan sonra, duaların Türkçeleştirilmesi hususunda bir iş bölümü yapılacak..

***

Tartışmaların yapıldığı günlerde, bir kış gecesi ileride büyük tartışmaların yaşanacağı yeni girişimlerin temeleni atacak adımlar için istanbul'a önemli bir ziyaret gerçekleşecekti.. Mustafa Kemal, çok geçmeden bu planı devreye sokacak adımları geciktirmeden atmaya karar vermişti..

Bir kaç yakını haricinde, hiç kimse Mustafa Kemal'in bir kış günü ankara'dan istanbul'a gelmesiyle birlikte, Cumhuriyet tarihinin en büyük dini inkılaplarını başlatacağını kestiremezdi.. Oysa herşey 1932 ramazanı'nın 4. Günü yani 12 ocak 1932 salı günü, Mustafa Kemal'in, haydarpaşa tren istasyonunda maiyetiyle birlikte trenden inmesiyle başlamıştı..

Mustafa Kemal'in bu gelişinde, görünürde askeri tören yapılması da istenmemişti..

Mustafa Kemal'in istanbul'a geldiği hafta ise 17 ocak 1932 tarihinde Müdafai Milliye müsteşarı Derviş paşa vefat etmişti.. Buraya kadar her şey normaldi, ancak Mustafa Kemal'in o gece derviş paşa için yazdığı bir mersiye, ileride çorap söküğü gibi gelecek diğer değişikliklerin de habercisiydi..

Mustafa Kemal, Derviş Paşa için Türkçe olarak yazdığı mersiyeyi okutmak için Hafız Yaşar Okur'u çağırmış, mersiyeyi besteledikten sonra da ertesi gün Derviş Paşa'ının kabri başında okumasını istemişti.. Hafız Yaşar da, 18 ocak 1932 tarihinde Derviş Paşa'nın kabri başında ilk Türkçe mersiyeyi okumuştu...

Bu hadiseden iki gün sonra, 20 ocak 1932 tarihinde de, Mustafa Kemal aydın milletvikili dr. Reşit Galip ile antep milletvekili Kılıç Ali'nin bulunduğu bir meclis'te, hafız yaşar okur'a bu cuma günü Yerebatan camii'inde Türkçe Kur’an okuyacağını söyler.. Reşit Galip ve kılıç ali'yi de bu hadiseyi gazetelere bildirmek ve bizzat Türkçe Kur’an merasimine nezaret etmek üzere görevlendirir....

22 ocak 1932 tarihinde Yerebatan Camii'ne gelen Hafız Yaşar, hadiseyi gazetelerden öğrenen halkın orada merakla beklediğini görünce hayli heyecanlanmıştı..

Kalabalığı yara yara içeri giren Hafız Yaşar, Reşit Galip ve Kılıç Ali'nin ikazları üzerine kürsüye çıkar, "Müşfik ve rahim olan Allah'ın ismiyle" diye başlayarak, Yâsîn suresinin Türkçesini rast makamıyla okur.. Hafız Yaşar Türkçe okudğu duasında da, "Türkiye Cumhuriyeti'ni ilelebed payidar kıl. Türk milletini sen muhafaza eyle! Şanlı Türk ordusunu ve onun değerli kahraman kumandan ve erlerini karada, denizde, havada her vechile muzaffer kıl ya Rabbi!" der..

Gazeteler ertesi gün yerebatan camii'nde yapılan bu olayı birinci sayfalarından genişçe verirler.. Gazetelere göre, İstanbul halkı, Türkçe Kur’an'ı büyük bir şevk ve huşu ile dinlemiş, Gazi Hazretlerine de dua etmiştir..

Akşam olunca, Hafız Yaşar Mustafa Kemal'e gelerek izlenimlerini aktarır ve Yerebatan Camii'inin bunun için küçük olduğunu belirtir..

Hafız Yaşar'ı dineleyen Mustafa Kemal ise, kendisine, İstanbul'un musikiye aşina meşhur hafızlarının listesini hazırlamasını emreder ve bir sonraki cuma, yani 29 ocak 1932 tarihinde de Sultanahmet Camii'nde aynı uygulamanın yapılacağını söyler..

Ertesi akşam da, İstanbul'un meşhur hafızları Dolmabahçe Sarayına davet edilir.. Dokuz kişiden oluşan heyeti, Mustafa Kemal tarafından, kendilerine riyaset etmekle görevlendirilmiş bulunan Reşit Galip karşılar.. Reşit Galip hafızları karşılayıp Mustafa Kemal'in yanına sokmadan önce şunları söyler;

"Camilerde Türkçe Kur’an okuyacaksınız.. İşte birer tane veriyoruz.. Evet bu tercüme belki iyi değildir, çünkü Arapça'dan Fransızcaya ondan da Türkçe'ye tercüme edilmiştir.. Bununla beraber Ankara'da bir heyet tarafından Türkçe bir Kur’an hazırlanmaktadır, bundan sonra camilerde ve namazlarda onlar okunacaktır.."

Reşit Galip'in, hafızlara dağıttığı Türkçe Kur’an, Albay Cemil Said'in daha önce Fransızca’ya, sonra da Türkçeye çevrilmiş eseridir.. Ankara'da hazırlandığı söylenen Kur’an ise Mehmed Akif'in hazırladığı ancak, son anda aldığı ücereti iade edip teslim etmekten vazgeçtiği Türkçe çeviridir..

Hafızlarla yapılan müzekerelerden sonra, hangi hafızın nerede ve hangi saatte Türkçe Kur’an okuyacağı kararlaştırılır..

Bu toplantıda alınan kararlar, hemen ertesi gün yani 24 ocak 1932 pazar günü tatbik mevkiine konularak, istanbul camilerinde Türkçe Kur’an okumalarına başlanır..

Program artık hemen hiç aksamadan uygulanmaya başlamıştır, gazeteler bir gün önceden hangi hafızın hangi camide ve saat kaçta Türkçe Kur’an okuyacağını yazmakta, ertesi gün de hafızların büyük resmini baş sayfadan vermektedir..

Meclis başkanı Kazım Özalp'in geldiği gün 29 ocak 1932 tarihi ise, Mustafa Kemal'in emriyle, Sultanahmet Camii'nde toplu olarak gerçekleştirilecek Türkçe Kur’an okuma günüdür.. Bütün gazetelerse başsafalarında bu habere yer ayırmışlardır.. Ve nihayet cuma namazı eda edildikten sonra, 8 hafız Kur’anı kerimin çeşitli surelerini Türkçe olarak okurlar..

Bu günün akşamında, Hafız Yaşar'ı huzuruna çağıran Mustafa Kemal, aynı merasimin Kadir gecesi Ayasofya camii'nde yapılması talimatını verir.. Şu anda müze olan Ayasofya camii'nde, Türkçe Kur’an'ın yanısıra bir ilke daha imza atılacak, Türkçe tekbirin de bu akşam okunması istenecektir.. Bunun için, okunacak olan Türkçe tekbir de hazırlanır..

"Tanrı uludur, Tanrı uludur, Tanrıdan başka Tanrı yoktur.. Tanrı uludur, Tanrı uludur! Hamd o'na mahsustur.."

Sultanahmet Camii'ndeki merasimin ertesi günü, bütün gazeteler, birinci sayfalarından Sultanahmet Camii'deki olayı verdikten sonra, Kadir gecesi de Ayasofya Camii'nde yapılacak Türkçe Kur’anlı, Türkçe tekbirli çalışma için hazırlıkların tamamlandığını duyurur..

Öte yandan beklenen gün gelir ve 3 şubat 1932 tarihinde yani Kadir gecesi'nde, Türkçe Kur’an, Türkçe tekbir Ayasofya camii'nde tatbik edilir.. Kadir gecesinde Ayasofya Camii'nde gerçeleştirilen program Mustafa Kemal'in emriyle radyodan da canlı olarak yayınlanır.. Mustafa Kemal ise programı radyodan dinleyecektir..

Diğer camii’lerde olduğu gibi, Ayasofya camii’nde gerçekleştirilen Türkçe Kur’an denemesine katılan cemaatin başında da o dönemde zorunulu olan fötr şapka bulunması dikkat çekicidir..
***

Frakla Hutbe

Sıra Türkçe hutbeye geldiğinde ise tarihler, 5 şubat 1932’yi, yani ramazan ayının son cuma gününü göstermektedir.. İstanbul Süleymaniye Camiinde okunacak Türkçe hutbe içinse, hafız Sadettin Kaynak seçilmiştir..

Ramazan'ın son cuma günü olması hasebiyle de Süleymaniye camii hınca hınç doludur.. Mustafa Kemal Sadettin Kaynak'a, "haydi bakalım, Türkçe hutbeyi de Süleymaniye camii'nde mukabele ile oku! Amma okuyacağını evvela tertib et, bir göreyim" der..

Hafız Sadettin Kaynak, minbere çıkmadan önce de Mustafa Kemal'e, "sarık saracak mıyım?" diye sorduğunda şu karşılığı alır:

"Kat'iyyen sarık istemem. Sarığı bırak, işte bu gece giymiş olduğun elbise ile başı açık ve fraklı olarak git.. Fakat hava soğuktur palto giyebilirsin"

Hafız Sadettin Kaynak fraklı, başı açık olarak çıktığı minberde, Mustafa Kemal tarafından da onaylanan o meşhur hutbesini, "ey ulu tanrı.." ifadesiyle okumaya başlar..

Sadettin Kaynak, o günü hatıralarında anlatırken, hutbenin konusunun Mustafa Kemal tarafından seçildiğini, Mustafa Kemal'in kendi elleriyle Türkçe Kur’an'dan seçtiği ayetin ise Bakara Suresi’nin 11, 12 ve 13. ayetleri olduğunu yazar..

Bu ayetlerin Türkçesi ise, "O gafillere, 'yeryüzünde bozgunculuk çıkırmayın’ denildiği zaman, 'biz bozguncu değil, islah istiyoruz' derler. Halbu ki, işte onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat ne yaptıklarının farkında değillerdir… onlara, ‘insanların inandığı gibi inanın!’ denildiğinde, ‘o beyinsizlerin inandığı gibi biz de mi inanalım’ derler.. Bilesiniz ki asıl beyinsizler kendileridir, fakat bilmezler” şeklindedir..

O günün akşamı hafızlara, Dolmabahçe Sarayında iftar yemeği veren Mustafa Kemal, hizmetlerinden dolayı kendilerine tek tek teşekkür ettikten sonra, 200'er lira da para verir.. Hatta hafızları otomobille evlerine kadar bıraktıracaktır..

Bu arada dikkat çeken değişimlerden biri de hafızların kıyafetinde yaşanır.. Yakın zamana kadar, sakallı, sarıklı cüppeli olan hafızlar gitmiş, yerine kravatlı, sakalsız ve fötr şapkalı hafızlar gelmiştir..

8 şubat 1932 tarihi ise Ramazan Bayramı'dır ve daha önceden kararlaştırıldığı gibi, İstanbul camilerinde ve Türkiye'nin pek çok yerinde bayram namazında hutbeler ve tekbirler Türkçe okunacaktır..

Bayramın ilk akşamı ise Mustafa Kemal, ordu müfettişlerini dolmabahçe sarayına davet eder, Fahrettin Paşa, İzzetin Paşa, Şükrü Naili Paşa’nın yanısıra, İçişleri Bakanı Vekili Şükrü Kaya da davette hazır bulunur.. Hafız Sadettin Kaynak, Mustafa Kemali'n emriyle Türkçe Kur’an'ı paşaların huzuruda da okur.. Bunun üzerine ayağa kalkarak birer konuşma yapan paşalar, diğer inkılapları destekledikleri gibi, bu inkılabı da destekleyeceklerini söylerler..

Böylelikle Derviş Paşa'nın kabri başında ilk Türkçe mersiye'nin okunmasıyla başlayan ve sırasıyla Türkçe Kur’an Türkçe ezan, Türkçe tekbir ve Türkçe hutbe okuma denemeleriyle devam eden reformlar tamamlanmış olur..

http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=249302

Vakit

ALLAH RAZI OLSUN HOCAM

EZANI ŞERİFİN TÜRKÇE OKUTULDUĞU KARANLIK GÜNLERDE İBADETLER ARAPÇA YAPILIYORDU ALLAH O GÜNLERİ BİR DAHA YAŞATMASIN BİZLERE İNŞALLAH

Bera-yı malûmat size gönderildi.

Büyük Doğu’nun yirmi dokuzuncu sayısında; "Lozan’ın İçyüzü" diye yazılan makaleden.
İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en mânidar sözünü söyledi. Dedi ki:''Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz."

Lozan’da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıtları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hıristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesat kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:
"Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden, yani an’ane-i İslâmiyetten kurtulmak hususunda besledikleri-yâni İsmet’in beslediği-azmin, inkâr edilmez delilidir."

Harfi harfine iktibas ettiğimiz bu sözlerle, Türk başmurahhasının, yâni İsmet’in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak hususunda Türk milletine beslediği kat’î azimle ne kasdettiğini ve bunu hangi maksat altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz diye takdim ettiğini sormak lâzımdır.

Konferansın birinci defasında Türk başmurahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve büyüğüne, yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için, memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren ve devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve baş başa seyahat... Sonra Ankara gizli meclis toplantıları... Fakat esas meselelerde daima baş başa. Mustafa Kemal ile İsmet beraber içtimaları ve karar: "Din öldürülecektir."

Lozan Konferansının ikinci sayfası: "..... Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile herşey yapılacak. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükûmeti) bundan böyle, bu millette, İslâmiyeti katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salip kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu ve örnekler vereceği ve bilhassa hudut dışı değil de, hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şüpheden varestedir."

Nihaî Vesika

Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında, "Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?" diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap:

"İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır."

Artık bunun üzerine herşey ap açık anlaşılıyor, değil mi?

Gizli anlaşmanın entrikası

Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklâl işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile, Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türkün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani, masonluk hasebiyle Kur’ân’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müthiş plânının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:

"Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum."

Aynı Hayim Naum Türk murahhaslar heyetine müşavir sıfatıyla sokulmanın da yolunu bulmuş, yani Mustafa Kemal ve İsmet’i kendine dost bulmuş. Onun için üçü birleşmiş. Ve artık arada santralın intizamla işlemesine hiçbir mâni kalmamıştır.

Hayim Naum o sırada Ankara’ya kadar da uzanarak plânın muvaffakiyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde-yani Mustafa Kemal yanında-emin bulunduğu tesirinin derecesini ölçmek istemiştir. Öyle ki, bu tesir, mahut mevzuda Hayim Naum’dan daha heveskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş ve artık Türkü içinden vurmanın plânını gerçekleştirmek için her unsur tamamlanmıştır.

(Tamamen alıntıdır:Emirdağ Lahikası,c2.s.31-32-Risale-i Nur Külliyatından)
_______________________________________________________________________
Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat'iyetinde,gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecektir.


Blog Paylaşımları

MollaCami.Com