Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


o diyarın sakinleri

Gördükleri Eziyetlere Karşı Sabır ve Tahammül Ederlerdi

O DİYARIN SAKİNLERİ'nin ölçüleri Kitap ve Sünnet idi. Kitap ve Sünnet ile ölçüp tartmadıkça hiçbir iş yapmazlar ve hiç bir söz söylemezlerdi. Onlar her hangi bir iş hususunda insanların öyle yapmakta ve söylemekte olduklarını görmekle yetinmez, bu işin veya sözün Kitap ve Sünnetin kabul etmeyeceği bid'atlerden olması ihtimali üzerinde dururlardı. Onlar piştarlarının dizleri dibinde otururken onun fem-i saadetlerinden şunu duymuşlardı; "Sünnet bid'at telakki edilmedikçe kıyamet kopmayacaktır." Zamanla bid'atlere öyle ısınılacak ki, bir bid'at terk edildiği zaman, insanlar: "Sünnet terk edildi" diyecekler. İmamlarının bu tehdidi ile tirtir titrerler ve ne yapacaklar, ne söyleyeceklerse onu önce Allah'ın Kitabı ve Resûlünün Sünnetine ve bunları en iyi bilen ulemaya havale etmeden yapmaz ve söylemezlerdi.
O DİYARIN SAKİNLERİ, devlet kapılarını aşındıranlara yakınlık göstermezlerdi. Dini bir zaruret marufu emretmek veya münkerden nehyetmek için bir maslahat olmadığı halde devlet kapılarını aşındıranlara yakınlık göstermezlerdi. Onlar Efendilerinin çevresine oturmuş O'nun Lal-ü Güher gibi ağzından dökülen şu hakikati duymuşlar ve doymuşlardı: "Cehennem de "Hephep" denilen bir vadi vardır. Allah bu vadiyi zalimler ve zalim hükümdarların meclisine girip de onlara kavuk sallayan, dalkavukluk yapan âlimler için yaratmıştır" Onlar o kapılara giderken menfaat için değil, zalimin zulmüne yardımcı olmak için değil, ancak onları ikaz etmek, zulümlerine mani olmak için giderlerdi.
O DİYARIN SAKİNLERİ'nden her biri, kendilerini insanların en günahkarı bilirlerdi. "Duası makbul" kullar meyanında görmezlerdi kendilerini. Bu yüzden yağmur duasına çıkmazlar, veba salgınının defi için duada öne geçmeden haya ederlerdi. Kendilerini sıkıştıranlara: "Korkarım ki, benim yüzümden başınıza taş yağar!" derler ve tirtir titrerlerdi. Bütün günahlarından tövbe etmedikçe kendilerini itham ederlerdi. "Allah'ım! bütün bunlar benim günahlarım yüzünden mi?" diye her bela karşısında kendilerini mesul tutarlardı.
O DİYARIN SAKİNLERİ, zevcelerinden gördükleri eziyetlere karşı sabır ve tahammül gösterirlerdi. Onlar eşlerinden gördükleri her muhalefeti, her serkeşliği, kendilerinin Cenab-ı Hakk'a karşı olan kusurlarının bir neticesi olarak kabul ederlerdi. Onlardan biri, her ne zaman Allah'a karşı bir kusur işlerse zevcesinden kendisine karşı bir muhalefet ve itaatsizlikle karşılaşırdı. "Biz Allah'a karşı bir günah işledik ki bu başımıza geldi" derler ve kusurlarını gidermeye azmederlerdi.
O DİYARIN SAKİNLERİ, hizmet mevzu bahis olduğu zaman en önde, makam-mevki, ganimet-devşirme söz konusu olduğu zaman da en arkada durmayı düşünürlerdi. Hizmet anında etrafındakilere "Sen dur ben gideyim, şimdi sen dur hele ben harcayayım, şimdi sen dur hele benim ev kullanılsın, şimdi sen dur hele benim arabam" derlerdi. Onlardan birini insanlar başa getirmek istediği veya mühim bir makama getirmek istedikleri zaman, hemen bunu kabul etmezlerdi. "Ben bu işe ehil değilim, falan, falan bu işe daha layıktır, siz ona gidin" derlerdi. Çünkü onlar başlarındaki başlar başının ağzından "Biz onu isteyene vermeyiz, onu layık olana veririz" fermanını duymuşlardı.
O DİYARIN SAKİNLERİ, kalpleri yufka, gözleri yaşlı idi. Cenab-ı Hakk'ın haklarına riayette kusur ettikleri zaman, esirgenmeleri için çok yalvarıp ağlarlardı. Gözlerinde, yüzlerinde, gözyaşlarından dolayı iki had vardı. Evlerine girdiklerinde, sofralarına oturduklarında, insanların arasında hep ağlarlardı. "Cehennem benim içindir" diye çoğu zaman bayılırlardı. Onlar için iyilerin alameti; rengin sarılığı, gözlerin yaşlılığı, dudakların solgunluğuydu. onlar için günahın büyüğü küçüğü yoktu. Günahın kimin huzurunda ve kime karşı işlendiği önemliydi. Onlar en küçük günahı bile başına düşmekte olan bir kaya parçası gibi görür ve ona bulaşmaktansa ateşe girmeyi yeğ tutarlardı.
O DİYARIN SAKİNLERİ, ev yapmak hususunda itina göstermezlerdi. Zaruret ve ihtiyacı giderecek kadarı ile iktifa ederlerdi. Nakış, süs ve ihtişamdan şiddetle kaçınırlardı. Meskenlerine girdiğin zaman başlan tavanlarına değerdi. Çünkü onlar uzun .emeller peşinde değildi. Ebedi kalacaklarmış gibi davranmıyorlardı. Su ve çamurla uğraşacak fazla zamanları yoktu. En kıymetli zamanlarım bu muzahrafatla heba etmek onlar için cinnet mevzuu idi. Çünkü onlar Nebîlerinden şunu duymuşlardı: "Tûl'i emel sahibi olmayın! Vallahi ben yürürken kabzolunacağımı sanıyorum. Gözümü açıp yumuncaya veya ağzıma aldığım bir lokmayı yutuncaya kadar yaşayacağımı zannetmiş değilim!"
O DİYARIN SAKİNLERİ, ölümü hiç unutmazlar, gördükleri her ölüm vakasından ibret alırlardı. Bir cenaze gördükleri zaman "Sen yürü Allah'a! yakında arkadan biz de geliyoruz" derlerdi. Onlar ölümü düşündükleri zaman, son nefeste kötü bir sonuçla gitme tehlikesinden dolayı çok büyük hüzün çekerlerdi. Bu yüzdendir ki onlar kimseye zulmetmezler, ibadetlere koşarlar, dünyaya gönüllerini kaptırmazlardı.
O DİYARIN SAKİNLERİ, başkalarının ayıplarıyla değil kendi ayıplarıyla uğraşırlardı. Onlar kesinlikle biliyorlardı ki, başkalarının ayıpları ile uğraşanlar kendi ayıplarına zaman bulamaz ve Allah'ın rahmetinden uzak olurlar. Onlar Nebîlerinin şu hadisine muttali olmuşlardı; "Ne mutlu o kimseye ki kendi ayıpları ile uğraşmak onu başkalarının ayıpları ile uğraşmaktan alıkoymuştur

Abdullah Büyük


Makaleler

MollaCami.Com