Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Yeter ki Maksat ‘Bir’ Olsun

“Kadd-i yâri kimi halkın serv okur kimi elif
Cümlenin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif.” (Muhibbî)

[Sevgilinin boyuna (bakıp) halkın bir kısmı selvi, bir kısmı elif der.
İfadeler farklı olsa da hepsinin kastettiği birdir.]

“Muhibbî” mahlasıyla şiirler yazan Kanunî Sultan Süleyman, diğer şair sultanlara nazaran en fazla eser veren Osmanlı padişahı. Biri Farsça, üçü Türkçe, dört divançesi var Kanunî’nin. Üstelik usta bir şair. Beş asırdır bir darbımesel halinde söylenen, “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi” beyti ona ait.

Kanunî, padişahlığı döneminde on üç büyük askerî sefere bizzat katılmış. Tarihçiler, kırk altı senelik saltanatının takriben dörtte birini at sırtında geçirdiğini hesaplamışlar. 1520’de tahta geçtiğinde altı buçuk milyon kilometrekare olan imparatorluk toprakları, 1566’da yine bir seferde iken, Zigetvar önünde vefat ettiği sırada on beş milyon kilometrekareye ulaşmış.

Viyana’dan Büyük Okyanus’a kadar uzanan çok geniş bir bölgede hakimiyet kuran bu cihan padişahının şiirle de uğraşması bugünün anlayışında hayretle karşılanıyor. Halbuki zaferlerin, fetihlerin ve bunları kazandıran medeniyetin temelinde, şiirin gerektirdiği hassasiyetleri barındıran bir büyük “gönül” var.

Nitekim aynı Kanunî başka bir beytinde, “Gönlünü pâk eyle evvel, sonra kıl şi’re şürû’ / Dürri hâsıl eylemez nâ-pâk olıcak bir sadef” (Şiir söyleyeceksen, şiir yazmaya yelteneceksen, önce gönlünü temizle, tezkiye et; zira sadefin, yani istiridyenin içi temiz değilse, orada inci oluşmaz) diyor. Esasen gönül temizlenmeden hiçbir güzellik temin edilemez. Şiir, gönül sâfiyetinin ifadesi olmakla önemli. Bir topluluk yahut anlayışın gönülden kopan şiiri yoksa, bilin ki medeniyeti de olamaz.

Batılıların “Muhteşem Süleyman” dediği bu büyük hükümdarın, mazhar olduğu muvaffakiyetlere, dünyaya baş eğdiren kudretine rağmen, bir dönem şiirlerinde “Aczî” mahlasını kullanacak kadar tevazu göstermesi, sahibine tahsis edilmiş engin bir gönüle delalettir. İşte bu Kanunî, yazımızın başına aldığımız ve yine çok bilinen beytinde, tezkiye edilmiş gönüllerin kurduğu medeniyetin önemli bir anlayışına, vahdet idrakine vurgu yapıyor önce.

Bizim medeniyetimizde aşk, beşerî bir temayül olarak da mübarektir. Aşk, aşk ise eğer, bilinir ki bütün Leyla’lar Mevlâ’ya götürür. Bu sebeple sevgili ve onun hususiyetleri, beşerî bir varlıktan ziyade, onu var eden müteâl bir varlığın esma ve sıfatlarına işarettir.

Dünyadaki maşukaların bir güzellik unsuru olarak endamlarındaki düzgünlüğü, boylarının uzunluğunu anlatmak üzere müracaat edilen “elif” ve “selvi” benzetmelikleri böyledir. Meselâ elif, diğer bütün harflerden önce ve ilk oluşu, kendisinden sonraki harflere bitişmemesi, noktasının bulunmaması, ebcet hesabında 1 sayısını karşılaması, kendisi dışındaki bütün harflerin aslında elifin değişik biçimlere dönüşmesiyle vücut bulması, Lafza-i Celâl’in elifle başlaması.. gibi sebeplerden dolayı, bütün isim ve sıfatlarıyla Allah Tealâ’nın vahdaniyetini simgeler. Aynı şekilde selvi de boyun uzunluk ve düzgünlüğünü anlatmak yanında, şeklen elife benzemesi, yapraklarını dökmemesi, kış yaz yeşil kalması, dalsız budaksız olması, en şiddetli rüzgârlarda bile eğilip sarsılmaması sebebiyle vahdet sembolüdür.

Biz bütün mevcudatın Allah Tealâ’nın esma ve sıfatlarının tecellisinden ibaret olduğuna iman ederiz. Ne kadar farklı ve çeşitli görünürse görünsün, mahlukatın tamamı, yegâne mevcut olan tek ve mutlak bir varlığın eseridir. Hakikatte sen, ben, bu, şu.. yok, O vardır sadece. İşte kainatı bu gözle görme, mahlukata bu anlayışla muamele etme şuuruna “vahdet idraki” diyoruz.

“Kadd-i yâr” (sevgilinin boyu), ilâhî tecellilerle görünür hale gelen bütün güzelliklerdir. Vahdet idrakine sahip olanlar, yaradılıştaki çeşitliliğe rağmen esastaki birliği fark ettikleri için bunu “elif” veya “selvi” gibi görüp anlarlar. Kainatı elif ya da selvi gibi okumak, kesretin arkasındaki vahdeti görmektir. Fakat aynı hakikatin kimilerine elif, kimilerine de selvi şeklinde görünüp buna göre ifade edilmesi, beytin asıl mesajını yansıtır.

Evvela vahdet idrakinin kazanılmasındaki metot farklılığına işarettir bu. Elif; yazıyı, yazılı bilgilerin tahsilini, mektebi, medreseyi temsil eder. Selvi ise kainat kitabını okumayı, tefekkürü, tezekkürü ve bu yolla ulaşılan marifeti yahut tekkeyi, dergâhı temsil eder. Selvilerin rüzgârda hafif hafif salınırken “hû hû” sesleri çıkararak zikrettikleri düşünülür.

Aynı hakikate götürdükten sonra takip edilen yol ve usullerin çok da fazla önemi yoktur. Yeter ki maksat bir olsun. Buradaki “bir” hem hedef ortaklığını yahut ayniliğini, hem de varılmak istenen hedefin adını, vahdeti ifade eder. Farklı yollardan da gidilse aynı nihai noktaya varılacak, burada bir olunacaksa; eskilerin “vahdet-i küsûd” dedikleri ve “maksat birliği” manasına gelen vahdet sağlanmış demektir. Bundan sonra vahdet-i şühûda, yani görünenlerin birliğine ulaşılacaktır.

Fakat müşahade edilenler hâlâ bazen elif, bazen de selvi diye adlandırılıyorsa, henüz yolda olunduğuna, takip edilen yolların nihai noktada kesişmediğine delalettir bu. Eğer niyet ve hedef beraberliği unutulur, her kesimin kendi zaviyesinden bakmak suretiyle yaptığı muhtelif tarifler birbirine alternatif gibi gösterilerek çatışma malzemesi haline getirilirse, yolda kalınır, vahdet idraki kazanılamaz.

Kanunî, bu beytinde yine bir temel kanunu hatırlatıyor bize: Metodlar, meşrepler, söylemler farklı olabilir. Önemli olan hedef beraberliği. Vasıtanın farklılıklarına takılıp kalanlar yol alamazlar.


Genel Konular

MollaCami.Com