Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Aile Saadeti(alie anayasası)

Aile Saadeti, evlilikle ilgili akla takılan hemen her konu için başvurulabilecek, güvenilir kaynaklardan yola çıkarak kaleme alınmış ender eserlerden. Ailede güzel geçim ve huzuru temin etme yolları, evlilikte yaşanan sorunların çözümü, kadının ve erkeğin yuvadaki vazifeleri ve hakları, gelin-kaynana diyaloğu, eşlerin anne-babalarına karşı hukuku, çocuk eğitimi ve terbiyesi, sabır, dua ve kanaat gibi mutluluğu besleyen güzel ahlaklar, evlilikte kıskançlığın sınırı, aile içi şiddet... Ve evlilikle ilgili daha bir çok güncel konunun cevabını eserde bulabilmek mümkün.

Aile Saadeti�nin bir diğer önemli özelliği ise ele alınan konuların Peygamber Efendimiz�in (s.a.v) aile hayatından kesitlerle ve çeşitli hikayeler, ibretli menkıbelerle örneklendirilmesi...

Günümüzde ailelerin yaşadığı ciddi sıkıntıların bir an önce son bulması amacıyla, M.Saki Erol tarafından titiz bir şekilde hazırlanan eser, evliliğinde huzur ve mutluluğu yakalamayı dileyenler için Semerkand Yayınları�ndan çıktı.

Sayfa 288
Kapak Ciltli Kapak
Boyut 15 x 21,5 cm
ISBN 975-6333-90-1
Semerkand Yayınları

Bir 12 Eylül şahidi olarak MAHPUSHANE MEKTUPLARI
Yazan Ahmet AYTAÇ

Kitabımız belge olarak bir defaya mahsus basılmıştır. Başka baskısı olmayacaktır. Kitap isteği olan arkadaşlar aşağıdaki adrese müracaat etsinler.
Kitapçılar Doğukütüphanesi yayınevinden temin edebilirler.
Kitapçılar haricinde toplu ve tek isteklerde aşağıdaki adresten temin edebilirler.
Türkiye dışında olan arkadaşlara en kısa zamanda temin edecekleri adresleri bildireceğiz.

Kitap: Avrupa Türk V.Z.W yayınıdır.
www.avrupaturk.com
ahmet.aytac@telenet.be


Kitapçıların temin edeceği adres:
DOĞU KÜTÜPHANESİ
Erol CİHANGİR
Ticarethane sokağı, Tevfik Kuşoğlu İşhanı Nu. 41/16
Cağaloğlu-İSTANBUL
Tel: (0212) 520 27 19
www.dogukutuphanesi.com

Ahmet Bilgehan ARIKAN
(0212) 527 29 49
bilgehanarikan@hotmail.com

internetten sipariş adresi:

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=116115&session=64735371981831111156&LogID=

Mektuplar:
Sadi SOMUNCUOĞLU (Devlet (eski) Bakanı)
Emine IŞINSU (Edebiyatçı Yazar)
Muharrem ŞEMSEK (MHP Genel Başkan Adayı)
Muammer ŞAHİN (Em. Kur. Albay. ’60 İhtilal’inde bulunanlardan)
Taha AKYOL (Gazeteci Yazar)
Agah Oktay GÜNER (Kültür (eski) Bakanı)
Rasim ÖZDENÖREN (Edebiyatçı Yazar)
Hüsnü AKTAŞ (Yazar İlahiyatçı)
Emine ŞENLİKOĞLU (Yazar)
Abdullah BÜYÜK (Yazar İlahiyatçı)
Şaban ABAK (Yazar)
Suat BAŞARAN (MHP yöneticisi)
Nazif DİDİN (Fethullah Gülen’in sağ kolu)
Prof. Dr. Şükrü ELÇİN
Prof Dr. Nejat DİYARBEKİRLİ
Prof Dr. Oktay ASLANAPA
Prof Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI
Ve 12 Eylül mağdurları yazarlar idealist insanlar ve hainler….
……



Bir 12 Eylül şahidi olarak,
“MAHPUSHANE MEKTUPLARI” Üzerine Birkaç Söz

“Mahpushane” ve “Mahkum” hayatı üzerine edebiyat eserleri dünyada haklı bir üne sahip oldukları hatırlandığında, memleketimizde bu sahada zengin bir malzeme birikimi olmasına rağmen, edebiyat mahsulü olarak birkaç istisna dışında pek de zengin sayılmayız. Sözün gelişi hırsız jan valjan, serseri papillon Fransa’ya bir Victor Hugo’yu, bir Henri Carre’yi, sersem raskolnikof Rusya’ya Dostoyevski’ye hediye ederken, bizim bıçkın mehmedin gerçek bir ölüm arası olan “Fransız Guayanası”nın hikayesi, Kerim Korcan’ın avantür yaklaşımıyla sıradanlaşarak, pespaye hale gelir. Herhalde bu yolda en tutarlı ve kendine has ciddi tavrıyla geriye rahmetli Kemal Tahir kalır. Kemal Tahir “Esir Şehrin Mahpusu” eserinde mahpushane ve mahkum dünyası ile ilgili olduğu kadar, dönemin siyasi ve içtimai hayatını tahlil etmesi yönünden gerçekten ancak kendisine yakışan bir üslup ve bakış biçimi olarak müstesna bir yer işgal eder. Rahmet Kemal Tahir, bununla da kalmaz ve doğrudan doğruya gerçek mahpushane hayatının içine dair olan hayatı “Kemal Tahir’den, Fatma İrfan’a Mektuplar”ını kitaplaştırarak, davasını, umutlarını, umutsuzluklarını, dünyaya ve insana bakışını ortaya koyar. Kemal Tahir’in mektuplarında, “İnsan Kemal Tahir”in yanında çok daha önemlisi, entellektüel, siyasi tercihleri olan (ki, zaten bu sebeple mahkum olmuştur) ve tam anlamıyla bir Türk münevveri mesuliyetini görürüz. Bu sebeple olmalı ki kesintisiz 13 yıl mahpushanede yatan Kemal Tahir’in mahpusluk dünyasında nedamet, isyan, döneklik ve sızlanmaya yer yoktur. Elbette bu yolda Kemal Tahir yalnız değildir. Sözün gelişi, aynı şekilde ve hemen hemen aynı davadan 23 yıllık mahkumiyetle Dr. Hikmet Kıvılcımlı, keza başka bir davadan müteaddit kereler mahpushaneye giren ve devrin cumhurbaşkanına yazacağı bir af dilekçesi ile serbest kalacağını bilmesine rağmen bunu reddeden Nihal Atsız bu yolda istisnai isimlerdir. Ortak yanları kendi tabirleri ile hiçbir pişmanlık ve yılgınlık eseri göstermeden biri “kızıl bir profesör olmak için iyi bir süre” diğeri “Turan ideali için ödenmesi gereken bir borç”, bir diğeri içinde “bir imparatorluk bakiyesi devletin bekası için elzem olan görev” adına “aslanlar” gibi mahpushaneyi mesken tutmuşlardır.
Söz konusu “Mahpushane Mektupları” olunca, Kemal Tahir daha da bir anlam kazanır. Malum “Donanma Davası”ndan “Kominizmi Yaymak ve Orduyu İsyana Teşvik Etmek” suçlamasıyla girmiş, üstelik hapishanede Nazım Hikmet gibi birinin rahle-i tedrisinden geçmiş olmasına rağmen, onda ne Nazım’ın ortalığı ayağa kaldıran artistliği, ne de onca arkadaşının pişmanlığı vardır. Mahpus hayatı onun için gerçekten “Türk Devlet” felsefesinin çözümlenmesinde, Anadolu Türk insanının tanınmasında (zira, kendisi İstanbulludur) gerçek ve hayatın tam içinde bir üniversite olmuştur. O hapishaneye girerken, savcının iddianamesiyle bir “iddia” adına girmiş, çıkarken ruhu ve kafası dolu kâmil, ârif ve âlim olarak, zerafetinden ve iddialarından hiçbir şey kaybetmeden çıkmıştır.
Burada mevzu bahs, edebi bir tür olarak “mahpushane ve mahkum edebiyatı” olmamakla beraber, bunca yıl sandıkta, bavulda saklanmış ve bir devrin aynası olması yönünden şahit konumunda kamuoyu karşısına kitap olarak çıkan “mektuplar” olunca ister istemez birkaç neçe söz söylemek hakkına da sahip oluyoruz. Söz söyleme hakkımız elbette mektupların muhatabı olan arkadaşın (Ahmet Aytaç) veya kişinin şahsına değil mahpushaneye kendi deyimiyle “bir dava uğruna” ve kamuoyunu ilgilendiren genel bir politik tavır adına girmiş olduğunu da belirtmeliyiz. Elbette bu arada söz söyleme hakkımız sadece mektupların kahramanı olan Ahmet Aytaç’ın mahkum olmasını gerektiren “olaylı yıllar” (1976-1980) içinde, hiçbir olaya karışmaksızın, olanları “fildişi kule”den seyreden birinin hakkıyla da “ne kadar hakkı varsa” sınırlı değildir. Zira mektubun kahramanı veya kahramanlarıyla, olaylı yılların bütün açmazlarını cevap bulamayan sorularını, neden ve nasıllarıyla hemen hemen aynı iddiaların sahibi ve gençliğimizin bütün derbeder samimiyeti ile gözümüzü açtığımızda, kendimizi mahpushanenin demir parmaklıkları arkasında jandarma onbaşısı karşısında, Malta’da hizada bulmanın da bize bu hakkı verdiğini sanıyorum.
Rahmetli Cemil Meriç kendisinden gözlerini ve ışığı çalan Tanrı’ya “-Nemesis! Nemesis gözlerimi geri ver” diye, bir insanın en yürek parçalayıcı, en dayanılmaz feryadının ardından, “şahsi ızdırapları afişe etmenin, bir kadının bezini göstermekten farksız olduğu” inancıyla, Tanrı’ya olan şikayetinden nadim olduğunu dile getirir.
Ben kendi adıma, mahpeste ne günlük tuttum, ne de mektup yazdım. Bunun, Cemil Meriç’in ruh asaletinin ifadesinin bir ikazını dikkate aldığım iddiasında değilim. Bu daha ziyade benim için, kırılır ama ses vermez yalçın bir kaya misali, iflah etmez inatçı irademden kaynaklandığını açık kalplilikle söyleyebilirim. Ama, mahpes duvarları arkasında sessizce bir köşeye çekilip, münzevi bir mujik gibi oradaki insan tiplerini, olaylar karşısındaki tepkileri, direnenleri, teslim olanları, pişman olanları bir kayıt cihazı titizliği ile hafıza kartına kaydettim. O yılların olaylarının sorumlusu aranacaksa, elbette bu sorumlulukta benim de payım vardır. Ve şimdi bu sorumluluk gereği olarak bu küçük takrizi yazmak zorunda hissediyorum kendimi. Kaldı ki elinizde okumaya başladığınız bu mektuplarda adı geçen kişi, kurum ve olayların pek çoğu da hayatta olup, bizim de, sizin de tanıdığınız kişiler.
Bir dönemin aydınlatılması yönünden, hele bu 12 Eylül gibi bir darbe ile memleket çocuklarının bir daha asla geri dönmeyecek yıllarını demir ranza, kör pencere, rutubetli hücrelerde hayatları ilelebet karartılmışsa bu daha da bir önem kesbediyor.
Haklı olarak 12 Eylül cunta yönetimini mahpushanelere tıktığı binlerce bu toprağın çocuklarına parya, esir muamelesine tabi tutarak, Tanrı’nın insana armağanı olan en yüce değer “şahsiyet ve haysiyet”ini ayakları altında payimal etmişse, bu çok daha önemlidir.
12 Eylül depreminin üzerinden hayli zaman geçtikten sonra tek tük başlayan hatırat ve mektup neşriyatına son yıllarda vatan ve milleti ilgilendiren bütün meselelerdeki beceriksizliklerini ve hamakatlarını hiç utanıp sıkılmadan bir de kitaplar yazarak ifşa eden o zamanın iktidar ve makam sahipleri olunca daha da bir anlam kazanıyor.
Bu yolda başlayan neşriyatta cephenin sol yanında yer alan kimselerin birikimleriyle, kamu iletişim araçlarına sahip olmanın avantajı çok daha önce ve çok daha sayıda yayın yapmalarına karşılık cephenin milli kanadını oluşturan “ülkücüler cephesi” oldukça uzun bir sessizlik dönemini takiben, yeni yeni neşriyata başlamış bulunuyorlar. Bunlar arasında Zihni Açba, Haluk Kırcı gibi birkaç isim hariç tutulursa, yinede bu konuda ülkücü cenahtan beklenilen sesin geldiğini söylemek abes olmasa gerek. Bunun böyle olması, acaba klasik sağın vurdumduymaz, tarih şuuru noksanlığından mı kaynaklandığını, yoksa hâlâ kitabi bir devlet tanımından mı kaynaklandığını bilemiyoruz. Fakat, bize öyle geliyor ki, bu kitaptaki mektuplarda olduğu gibi, benzerlerinde de görüleceği üzere disiplinsiz bir idare, derbeder bir ruh hali, bilgiden mahrum bir dünya görüşüyle, insan, rahatlıkla 1980’lerin değil, sanki 1930’lu yılların Anadolu kasabalarındaki mahpushanelerinden birinde hissedebilir kendini. Bu itibarla insan ister istemez, ittihatçı komitacıları hatırlamadan edemiyor. Bellerinde revolver, kimi Makedonya dağlarında eşkıya takibinde avcı, kimi tıbbiye-i şahanede öğrenci, kimi küçük bir kasabada tüccar yahut öğretmen. Memlekette hapse atılmak en ucuzundan olmak üzere, ya fizana sürgün yahut memleket topraklarından binlerce fersah uzakta ihtilalci. Her türlü sürgün ve yabancı mahpushanelerdeki hayatlarından geride bıraktıkları asla baş eğmez bir irade ile, hayran olunacak mücadeleleri.
Ahmedin mektuplarını okurken, ister istemez bir çırpıda bunlar aklıma geliverdi. Malum ya, Türkiye 12 Eylül 1980 öncesi adı konmamış bir iç savaşın ardından askeri bir darbe ile cunta yönetimini kurulmasıyla hapse tıkılan gençliğin hikayeleriyle doludur. Ahmet’te bunlardan biri olarak hapse girenlerden. Mevziinin ülkücü cephesinde yer alanlardan bir Anadolu çocuğu. Yani ülkücü olarak girer içeri. Suçunun mahiyetini bilmemekle beraber, iddia makamının 24 yıldan açtığı mahkumiyet davası sonucunda 9 yıl 8 ay 20 gün yatıp çıkacaktır.
Bilgiyle ne kadar mücehhez olduğunu bilmediğimiz Ahmet, ilk girdiği günlerin heyecanıyla olduğu kadar, o zamanlar aynı koğuşlarda, aynı davanın adamları birlikte kaldıklarından ortak kitle psikolojisine uygun olarak oldukça dirençli görünmektedir. Bunu birkaç örneğine rastladığımız kendi mektuplarından okumak kadar, kendine gelen cevabi mektuplardan da anlamak pekala mümkündür. Mektuplaştığı arkadaşlarına “dava adına” haklı olarak sorular sorar. Fakat zamanın tiktakları günleri, ayları, yılları eskitmeye başlayıp, dışarıda da teşkilatlı bir destek kesildiğinde “yalnızlık, tek başınalık” duygusu sarmaya başlar. Artık, dava, dava arkadaşları anlamını yitirmeye başlamıştır. Pek tabii olarak beraber oldukları arkadaşların bir kısmı tahliye olmuşlar, dışarıda yeni bir hayat kurmuşlar, bir kısmı başka vadilere doğru dağılmışlardır.
Yani, bir anlamda kavga gürültü bitmiş, sular yatağına zorla da olsa çekilmiştir. Önce yavaştan başlayan yalnızlık ve unutulmuş duygusu, yerini zamanla hafakanlara, vehimlere bırakacaktır. Artık ne arayan arkadaşları vardır, ne de yüce dava adına hüküm vereni. En sonunda insan belki dış dünyada acımasızca kalbini kırdığı, terslediği asıl aile çevresiyle baş başa kalır. Ana, baba ve kardeşler. Bu gerçekten “kader kurbanı” olma sürecinin tam adı demektir. Bir zamanların “biz kimiz” yahut “biz ne güne varız gardaş” veyahut “…bizim arkadaşlardandır” tanımlamaları yerini, yaralı bir vicdana hastalıklı bir bedene ve inadına bir fukaralığa bırakacaktır. Nitekim Ahmet’in mektuplarında bu en uç örnek olarak görünür. Başlangıçta mahkeme davalarını dışarıdan takip eden birkaç eski “büyük” işi oluruna bıraktıklarında, Ahmet’in yegane ziyaretçisi ana ve babası olacaktır. Hayatını idame ettirmek için hapishanede eski usul incik boncuk işlerinde medet umduğunda ise dışarıdan gelen cevaplarda, ya bunların para etmediği, ya da mevsimi değil diyerek Ahmet’i güvendiği son dağlara da karlar yağacaktır. Hele bu durum çoğu köy çocuğu olan ülkücüler için ise çok daha zordur.
Bu anlamda Ahmet’in arkadaşlarından veya Ahmet’in arkadaşlarına yazdığı çiğ, ideoloji kokan ve kendini kimi zaman “dava adamı”, kimi zaman “mümin adam” adına yazdığı mektuplar değil, gerçek olan babasına, kardeşine ve emmioğluna yazdığı mektuplarla, onlardan gelen mektuplardır. Diğer mektuplar ideoloji kokmanın yanı sıra çaresiz bir yiğitlik adına, kendi kendine sahici olmayan, kendini kandırma, haydi haydi psikolojik bir tedavi metodudur. Hayatın kaskatı gerçeği ise, hasta bir babanın bir oğlunu okutabilmek, Ahmet’le ilgilenmek için iki işte birden çalışması ve Çanakkale Cezaevine gideceği ziyaretin, ailenin maddi durumunu sarsacağından bahisle “kusura bakma evladım Ahmet” dediğidir.
Ahmet bu katı gerçekler ortasında önce kendisinin bu deliğe girmesine sebep olanları aklına getirecektir. Kimlerdir bunlar, sebep olanlar? Kestirme ama kolay bir cevaptır “ülkücüler”. Tamam ama asıl sebep ne? Nice ocağa incir ağacı diken cuntacılar ve onların zembereklerini kıranların kim ve ne olduğunu aklına getirmeyecek kadar saftır bu konuda. Suçsuz yere hapse girmenin müsebbibi olarak gördüğü “cephe”ye büyük bir öfkeyle saldırır Ahmet. Bu öfkede kin ve pişmanlık vardır.
Mahpusluk hayatı bu. Ya Allah’a sığınıp arif olacaksın, ya ilme sığınıp alim olacaksın. İkisini de olmazsan en azından kendine işkence yapan bir zalim olacaksın.
Ahmet “kendini arayan insan” misali başını o taştan bu taşa vurarak, hepsi dışarıda bir gazete veya dergi başında tuzu kuru, masa başı mücahit İslamcılara sığınır önce. Sonra mahpushanede tanımak zorunda kaldığı, aklı şaşmaz bir ölçü olarak kabul eden solculara. Oysa ilginç olan yan her türlü sıkıntı, meşakkat ve mağduriyet içinde Ahmet’e dava arkadaşlarından gönderilen mektuplar, yapılan yardım tekliflerinde en küçük bir taviz, bir sitem, yahut diğerlerinin yaptıkları gibi ideolojik bir telkin olmamasına rağmen, Ahmet’in son derece iyi niyetle “diyalog” kurma çabasında olduğu İslamcılarda merhamesiz bir kin vardır. Dünyada onlar için “Allah’ın yarattığı kul” yok, “Allah’ın yarattığı kafirler ve müminler” vardır. (Şaban Abak’ın mektubunda olduğu gibi)
Ve ne ilginçtir ki, Ahmet’in mektuplarıyla benzerlerinde görüleceği üzere mektupların terminolojisi, sabır, tevekkül, Yusuf peygamberden mülhem “Yusufiye” Allah’ın salih kulu kavramlarıyla hemen hemen bütün iç ve dış hayata ait eylem ve düşünceler Kur’ân ve peygamber referans alınırken mahkumiyete sebep olan ideolojik, siyasi sonuçlarıyla ne milletten, ne devletten, ne de memleketin meselelerinden bahsedilmez. Bu haliyle mahpus mektuplarındaki Ahmetler, Mehmetler, Aliler sanki hapishaneye bir dava, bir aksiyon sonucu değil de Allah’ın rızasına kavuşmak ve “ermek” için mecburi ikamete tabi tutulmuş gibidir.
Fakat adı ne olursa olsun Ahmet’in mektuplarının nazarında, milleti önce bir kan banyosundan geçirdikten sonra, pek çoğu geleceğin Türkiye’sinin mimarı olabilecek binlerce gencini C/5 işkence hücrelerinde cinnet geçirten ve topyekün milleti 1980’lerin sonunda Washington’dan Ankara’ya kurdukları bir köprü ile, sistematik bir şekilde iğfal ederek, duyarsız, tepkisiz, bananeci ve vurdumduymaz hale getiren işbirlikçiler ve cunta döneminin şahidi olarak görünürler.
Bu bizim gerçek hikayemizin ta kendisidir. Şafak sökerken yanı başımızdaki ranzadan idama götürülen Mustafaların, Alparslanların, özel işkence odalarında aklını yitiren Yunusların, hapisten çıkarılıp askere alınarak yakılanların ve yüzlerin, binlerin yani Türk çocuklarının acıklı hikayesidir.
Ne çıkar Ahmet’i suçsuz yere 9 sene yatmasından? Ne çıkar cahil bir Anadolu çocuğunun sağa sola yalpalamasından, ne çıkar yaşamak için incin boncuk örmesinden? Ama daha önemlisi bütün bunlara rağmen o yıllarda bir şeref madalyası olarak taşıyabileceğimiz doğru yada yanlış, eksik yada fazla kendi benliğimiz dışında fedakarlık yapabilme iradesi ve düşünebilme yeteneğimiz vardı. Şimdiki hımbıl, bencil ve aşağılık hayvani güdülerden farklı olarak, başka bir kimse, kimseler için düşünme ve fedakarlık gücü. Bu bize o yılların sunduğu en şerefli armağan olarak kaldı.
O yıllardan geriye ne mi kaldı?
“Bir şafak vakti, karavana kazanlarını getirmek için müfreze eşliğinde mutfağa giderken, sırayı bozduğu için böğrüme yediğim bir piyade tüfeğinin dipçiği ile kaburgalarımdaki sızıyla, Eskişehir bozkırının ayazının ciğerlerimde hissediyorum hâlâ. Ve yaptıklarımdan asla pişman değilim. Bugün olsun, yine aynı şeyleri yaparım”. “Kelepçe erkek adama takılır, efeminelerin bileklerini incitir”
Ahmet’e ne oldu?
Ahmet, mahpusluk hayatında kimi zaman kitaplara kimi zaman Allah’a sığınmıştır. Ama, arif mi, yoksa alim mi olduğu bilinmez. Bilinen bir şey varsa Ahmet şartlı tahliye ile çıktıktan sonra, bir trafik ihlalinden dolayı infazının yanmasıyla Belçika’ya sığındı. Bu mektuplar onun hikayesi olduğu kadar, hepimizin de.
İyi ki mektup yazmış, iyi ki gelen mektupları saklamışsın, eline sağlık Ahmet

18 Ocak 2007
Erol CİHANGİR


Kitap Tavsiye ve Analizleri

MollaCami.Com