Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


EY DİYALOGCULAR! HANGİ DELİĞE GİRDİNİZ? (adıgüzel)

EY DİYALOGCULAR! HANGİ DELİĞE GİRDİNİZ?

Ey diyalogcular! Gördünüz mü merhamet nazarıyla baktıklarınızın yaptığı vahşeti? El ele, kol kola mütebessim pozlar verdiğiniz adamların çocukların öldürülmesine cevaz verdiği fetvaları duydunuz mu? Yoksa “Rabbin aciz kulu” olarak çok mu acizsiniz bunları görmekte ve duymakta?


Ey diyalogcular! Ateşkes için çok erken diyenleri duydunuz mu? Peki ya; ateş altında , bomba sağanağı altında kaldınız mı hiç haftalar boyu? İlaçsız, aşsız, susuz kaldınız mı sığınaklarda ya da hicret yollarında? Buna rağmen bile bomba yediniz mi hem de en gelişmişinden, hem de en kimyasalından?

Ey diyalogcular! Yıkıntılar arasından çıkarılan çocuk cesetlerinin bulunduğu enkaza aslında insanlığın gömüldüğünü gördünüz mü? Bu manzaralarda gözünüzü açmıyorsa, yazılanları yada yazdıklarımızı “şehit edebiyatı” diye görüyorsanız ananız ağlasın nasipsizliğinize?

Ey diyalogcular! Açın gözünüzü ve nasıl bir çıkmaz yola girdiğinizi hesap edin. İleriye attığınız her adımın aslında terle, samimiyetle kazanılmış her mevziiyi size kaybettirdiğini anlayın. Dost edindiklerinizin onlardan olmadıkça sizden memnun olmayacağını da unutmayın. Bütün yaşananların Müslümanların kendilerini yanlış anlatmasıyla ilgisi olmadığını kavrayın ve uyanın artık.

BM çöp sepetine, diyalogcular da çöp sepetine
Müthiş bir dönemeçten geçiyoruz. Adı barış, eşitlik gibi afaki tabirlerle anılan Birleşmiş Miletler’in bir fonksiyonunun olmadığı anlaşılıyor artık. Bu kurumu gözünüzü kırpmadan çöp sepetine atabilirsiniz. Bir de ‘diyalog’ için sinesini açtıkları adamların çoluk çocuk demeden giriştiği katliamları sadece seyreden ve foyaları Allah–ü Teala’nın inayetiyle ortaya çıkan, umumi bir dünya barışı tesis etmek istediklerini büyük bir gururla anlatan diyalogcuları da atın çöp sepetine. (İşin kötü tarafı bizim koynumuzda yetiştirdiğimiz diyalogcu zevat o kadar değiştiler ki tümüne geri dönüşüm formülleri uygularsak acaba işe yarar mı diye düşünüyorum. Ciddi şüphelerim var çünkü.)

Yeniden düzenlenmesi planlanan Ortadoğu’daki operasyonun aslında tüm dünyadaki dengeleri etkileyen bir değişimin adı olduğunu söylemeliyiz. Ve operasyonun yapılanmasının tam merkezinde Türkiye var desek yanılmış olmayız.
Yapılan harekatlar sadece Irak’a, Lübnan’a yönelik değildir. Bu harekat tüm Ortadoğu’yu ve dolayısıyla da dünyayı etkileyecek bir “yeni yapılanma” adı altındaki kaos ve savaştır. Bu savaşın bilinçaltını yani temelini ise din argümanı belirlemektedir. Üst yapısında ise sömürgeci batının her zamanki açgözlülüğü, zorbalığı ve eşkiyalığı yatmaktadır.

Lübnan’da girişilen harekatın ardından namluların Suriye’ye döneceği anlaşılıyor. Adım adım uygulanan senaryonun harekat alanı büyük çoğunlukla Müslüman ülkeleri kapsıyor. Bu gelişmelerin sadece Ortadoğu ile sınırlı kalmayacağı ileriki zamanlar da Malezya, Endonezya gibi ülkelere de sıçrayacağı belli. Çünkü; adı geçen bu ülkelerin hepsinin elinde Batının muhtaç olduğu stratejik kaynaklar var.
ABD–İsrail vuruyor, dünya susuyor. Vurmaya da devam edecekler ta ki biri çıkıp da dur diyene kadar…


KENDİ AĞIZLARINDAN
DİNLERARASI DİYALOGTA NİHAİ HEDEF:

“Dinlerarası diyalog, Kilise'nin bütün insanları Kilise'ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır... Bu misyon aslında Mesih'i ve İncil'i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. “

"Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya'yı Hıristiyanlaştıralım." (Papa II. Paul)

"Diyalogdan söz ettiğimizde, açıktır ki, bu faaliyeti, Kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil'i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilise'nin bütün faaliyetleri, üzerinde taşıdığı şeyleri yani Mesih'in sevgisini ve Mesih'in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog, Kilise'nin İncil'i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır." (Pietro Rossano -Vatikan Konsil sekreteri)

“Şimdi bu acib zamanda, îmanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden, Hırıstiyan bile olsa onlarla medar-ı niza noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor.” (RİSALE-İ NUR Kastamonu Lahikası)

"Bütün insanlar Hz. İsa’ya döndürülmeli, bütün insanlar vaftiz olarak Kilisede birleşmeli ve onun vücudu olan Kiliseye girmelidir. Yollar, usuller, metotlar değişir; ama hedef hiç değişmez: Bütün insanları Hıristiyanlık dinine sokmaktır nihaî maksadımız". (Towards a pastoral approach to culture - Vatikan yayını )

Dinlerarası Diyalog’tan bir manzara

Dinlerarası Diyaloğun son durumu ile ilgili bir haberi de yorumsuz olarak sizlerin bilgisine sunmak istiyorum:

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın geleneksel iftar yemeğinde her yıl olduğu gibi yine Türkiye mozaiği oluştu. Ruhani liderler, gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, sanatçılar, işadamları ve sivil toplum temsilcilerinden oluşan 300 kişilik topluluk barış ve diyalog mesajları verdi.

Hilton Otel’de düzenlenen iftar yemeğinde söz alan Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan, “Kısa süre önceye kadar bu ülkede aynı dine mensup insanlar bile bir araya gelemezken şimdi farklı dinlere mensup insanlar aynı sofrada buluştular.” dedi. Bunun Türkiye için çok önemli bir gelişme olduğunu kaydeden Mutafyan, ancak bu işin adının konulması gerektiğini vurgulayarak, “Türkiye’de farklı dinleri bir sofrada ilk buluşturan kişi Fethullah Gülen ve onun onursal başkanlığını yaptığı vakıftır. Biz şimdi onların açtığı yoldan yürüyoruz.” ifadesini kullandı.

Süryani Kadim Metropoliti Yusuf Çetin de Hocaefendi ve arkadaşlarının insanlığa ve üç semavi dine yaptıkları katkıların büyük olduğunu vurgulayarak, “Türkiye’de daha önce hiç kimse Hıristiyan ve Musevileri iftara davet etmeye cesaret edemezdi, şimdi ise paylaşılamıyoruz.” dedi.

Rum Patriği Bartholomeos ise konuşmasında, Türkiye’deki barış ve huzur ortamı için Allah’a şükredilmesi gerektiğini belirterek, yine Türkiye’nin demokratikleşme ve Avrupa Birliği yolundaki kararlılığını sürdürmesini dilediğini söyledi.

Musevi cemaati adına söz alan Rav İsak Haleva da vakfın iftarda verdiği tablonun Allah’ın istediği bir tablo olduğunu söyledi.

10 yıldır barış ve diyalog yolunda yürüdüklerini belirten Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak ise salondakilere seslenerek, “Siz olmasaydınız bu yollarda yürüyemezdik, biz bu diyalog denizinin içinde yaşayıp orada ölmek istiyoruz.” sözleri ile salondan büyük alkış aldı. (Zaman, 28.10.2003)




Vatikan’ın Diyalog ile varmak istediği son nokta

Diyalog ve hoşgörü, Vatikan’ın bir tuzağıdır. Diyalog vasıtasıyla, önce, Müslümanların imanları bozulacak, islami şuurdan, yaşayıştan uzaklaştırılacaklar. Hz. Peygamber ve âlimler devre dışı bırakılarak İslamiyet, emir ve yasağı olmayan, felsefi bir sistem haline getirilecek.

Müslümanlar arasında, Müslüman olsun Hıristiyan olsun fark etmez. Nasıl olsa, iki din mensubu da Cennete gidecek, inancı hakim kılınacak. Bu hale getirilen Müslümanların, Hıristiyanlığa kaymaları kolaylaşmış olacaktır. Çünkü, insan, nefsinin hoşuna giden, kendine kolay gelen şeyleri tercih eder. Hâl böyle olunca, haftada bir gün Kiliseye gitmekten başka hiçbir kuralı olmayan Hıristiyanlığa kayması daha kolay olacaktır. Böylece, nihai birleşme Hıristiyanlıkta olmuş olacak. Çeşitli vesilelerle yaptıkları konuşmalarda bunu zaten açıkça dile getiriyorlar. Onlara göre gerçek din sadece Hıristiyanlıktır:

“Biz her ne kadar Hıristiyan olmayan dinlerin manevi ve ahlaki değerlerini tanıyor, saygı gösteriyor, onlarla diyaloğa hazırlanıyor ve din hüviyetini savunmak, insanlık kardeşliğini tesis etmek, kültür, sosyal refah ve sivil iradeyi oluşturmak gibi hususlarda diyaloğa girmek istiyorsak da dürüstlük bizi gerçek kanaatimizi açıkça ilan etmeye mecbur etmektedir; yegane gerçek din vardır. O da Hıristiyanlıktır.” (Leibhard, Wilmington 1978, s. 13 vd.)

Dinler nasıl birleşecek?

Papa II. Jean Paul’un 20 yıllık dostu ve “Papa’nın Düşüncesi” kitabının yazarı Buttiglione bu düşünceleri şöyle açıyor: “Hıristiyanlar İsa’nın Mesih olduğuna ve insanın onun sayesinde kurtulduğuna inanır. Tanrı’ya götüren başka bir yol yoktur..” ( NPQ; Cilt: 1, Yaz 1991.)

Nihai birleşmenin Hıristiyanlık çatısı altında olacağını, Dinlerarası Diyaloğun mimarlarından M.Watt, "dinleri birleştirme" projesi ile bakınız nasıl dile getiriyor: "Uzun vadede bütün dünya için tek bir dinin olacağı ümid edilebilir. Bu din Hıristiyanlığın çatısı altında, Sünni İslam'da dört fıkhi mezhebe müsaade eden anlayışa benzer bir şekilde kendi içinde bazı görüş ayrılıklarına yer verebilir." (Modern Dünyada İslam Vahyi s.171)

Papa II. Jean Paul da, Sen Pietro Kilisesi’nde, 25.6.2000 günü pazar ayininde, “Kilise ile diğer dinler arasındaki diyaloga evet. Ama aynı zamanda tek kurtarıcının İsa olduğunu ilan etmek gerekiyor’’ diyerek diyalog sonunda nerede birleşeceğinin açık adresini de vermiştir.


ARKADAŞLAR DİNİMİZE VE İMANIMIZA SAHİÇ ÇIKALIM YOKSA ONLAR BİZE SAHİP ÇIKACAKLAR

ADIGÜZEL

İLGİLİDİĞER YAZIYIDA OKUMANIZ İÇİN


fethullah gülenin hafızlığı ......

http://www.mollacami.com/?q=node/10166


ADIGÜZEL

niteç namso
teşekkür ederiz.

Ne acaip bir durum. Allah ım kimseyi bunların durumuna düşürme!!!





DENILMISTIR : -CAN SAGKEN YURT VERILMEZ DÜSMANA...

DENILMISTIR : -CAN SAGKEN YURT VERILMEZ DÜSMANA...

arkadaşlar teşekkür ederim ancak fetullah gülen için yazdıklarıma tepki çok büyük fakat diyalokçular diye hitap edince nedeğişiyor anlam veremedim....

ADIGÜZEL

şu veya bu fark etmez kardeşim.bizim tepkimiz şu; bu gibi tartışma ortamı meydana getiren mevzuları bu sitede görmek istemiyoruz.Yani şahsen ben görmek istemiyorum.Kim ne derse desin TAVRIM AYNI.Sürekli de dile getiricem bunu.

Tabi ki bu isteğim bu malum kişi veya kişileri tasvib ettiğim anlamına gelmez.






Vuslat gibi nimet mi olur,
Ya Rab! nice sukredelim?
Hizmet gibi devlet mi olur,
Ya Rab! nice sukredelim?


****Bezledersen bu yolda canini,bir gün olur elbet bulursun cananini****

PAPANIN SÖZLERİ HER GERÇEĞİ AÇIKÇA GÖSTERMİŞTİR GÖRMEYENLER İÇİN

PAPANIN SÖZLERİ HER GERÇEĞİ AÇIKÇA GÖSTERMİŞTİR GÖRMEYENLER İÇİN

Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Yalanlar yazılır, âdetler ibadetlere karıştırılır ve
Eshabıma dil uzatılınca, doğruyu bilenler herkese bildirsin!
Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti,
doğruyu bilip de, gücü yettiği halde bildirmeyene olsun.)


[Ebu Nuaym, Deylemi]

Bu lanete müstahak olmamak için, susmamak gerekir.
Alimlerin susmaması gerekir....
Bu konuda bilgisi olmayanlar başka tabi....

"De ki: Ey Ehl-i Kitap, Sizinle Bizim Aramızda Aynı Olan Bir Kelimeye Gelin: Allah'tan Başkasına İbadet Etmeyelim ve O'na Hiçbir Şeyi Ortak Koşmayalım; Allah'ı Bırakıp da, Kimimiz Kimimizi Rabler de Edinmesin.. Eğer onlar yine de yüz çevirirlerse, işte o zaman: “Şahit olun ki biz müslümanlarız!” deyiniz.”(Âl-i İmran, 3/64)
İslamî tebliğde, bilhassa Ehl-i Kitab'a karşı yumuşak olmak Kur'ân'ın emridir. Değil sadece Ehl-i Kitap, Cenab-ı Allah, Hz. Musa'ya, fir'avn'a giderken dahi "Ona yumuşak söz söyle; olur ki, öğüt alır, kendine gelir ve Allah'tan korkar" (Tâhâ/44) diye mülâyemeti emreder. Galiz sözlerin, insanları kınamanın ve onlara karşı kaba davranmanın İslamî tebliğde hiç mi hiç yeri yoktur.


Bahis mevzuu ayet bize böyle yumuşak söz söyleme ve sevdirici, çekici tebliğin mücessem bir örneğini vermektedir. İslam'ı bütün bir kale ve hududullah ile çevrilmiş geniş bir kasr-ı muallâ olarak düşünecek olursak, bu sarayın müteaddit giriş kapıları olduğu gibi, bu kapılara ulaştıran ve içeri girmeyi sağlayan mahlukatın nefesleri adedince yolların var olduğunu da unutmamak icab eder. İslam, kendine has üslubuyla insanları bu yollardan herhangi birinde ve yine yolun herhangi bir noktasında kucaklar ve usûlüne göre onu kapılarından birinden içeriye çeker. İşte böyle bir husus ve tedriciliğin anlaşılamamış olması ya da tam idrak edilememesi, dün olduğu gibi, bugün de bazılarını belli yanlışlıklara sürüklemektedir.


İşte bu ayet, Ehl-i Kitab'ı, sözü edilen yollardan veya noktalardan birinde yakalıyor; onlara güler bir yüz ve tatlı bir dille yaklaşıp, "gelin" diyor. Bu "gelin" deyişte, "sizi çağırdığım, davet ettiğim şeyler, sizin bilmediğiniz şeyler değil; tam tersine, bildiğiniz, ünsiyet ettiğiniz ve bizden çok önce karşılaşıp da, şimdi unutmuş olabileceğiniz veya yanlış hatırladığınız şeyler türündendir." diyor ki, bu da Kur'ân'ın, Ehl-i Kitab'la aramıza bir köprü kurarak onları gayet yumuşak bir şekilde, sıcak baktıkları bir noktadan yakalamasıdır. Bu husus, İslam'ın tebliğinde ve muhataplara yaklaşmada çok önemlidir.. ve siz isterseniz buna, şimdilerin moda tabiriyle "diyalog"diyebilirsiniz. Evet, Kur'ân'ın Ehl-i Kitab'ı çağırdığı o me'luf nokta tek bir kelime ile hülasa edilecek kadar kısadır; zira Kur'ân onlardan sadece ve sadece bir tek şey istemektedir ki, o da şu görülen köprüden geçilip, şu kapıya ulaşılmasıdır; her şey bir yana sadece "sevâün" kelimesinde bile bu inceliği, bu yumuşaklığı ve arada kurulmaya çalışılan köprüyü görmek mümkündür. Nedir bu köprünün hususiyetleri?

İşte Kur'ân, bu noktada müsbeti tariften ziyade, menfiyi nazara vererek konuya şöyle giriyor. Bir kere Ehl-i kitap, önceleri kendi çerçevesiyle Allah'ı tanıyordu. Ne var ki böyle bir tanımanın üzerinden asırlar geçmiş ve dolayısıyla onların o marifetleri küllenmiş ve tazeliği de kalmamıştı. Öyleyse, yapılması gereken bir "tahliye", yani "arıtma" ameliyesi idi. Bu yapıldığında, gerçekler ayan beyan ortaya çıkacaktı. Esasen, "lâ ilâhe illallah" cümlesinde de bu tahliyeyi görmek mümkündür. Yani İslam, her işe bir tahliye ile başlar; zihni yanlış kabullerden, saplantılardan; nazarları da şaşılıktan kurtarma, "illallah"tan, yani müsbeti tariften önce gelen bir ameliye-i fikriye, bir ameliye-i nazariye, belki de bir ameliyat-ı tecdidiyyedir. Bu sebepledir ki, ayette de, "şunları şunları yapalım" değil de, "şunu yapmayalım" ifadesi kullanılmıştır.

Evet, bir kısım Ehl-i Kitap, zamanla Allah'a şirk koşar hale gelmiş; O'na vesenîler gibi oğullar, kızlar isnad etmeğe başlamış, üç bir, bir üç gibi anlaşılmaz yanlışlara girmiş ve bazı hahamlarına, papazlarına, Allah'a ait olan tevbenin kabulü ve teşrî yetkisi gibi, ibadette Allah'a şirk koşma mânâsına gelen fonksiyonlar atfeder olmuşlardır. Ayette bazı "hahamların ve papazların rab edinilmesi" tabiri daha çok gündelik hayatı alakadar eden hususlarda ve teşriî konularda merci kabul edilmeyeceğiyle alakalıdır. Dolayısıyla da Kur'ân, kalblerin ve zihinlerin şirkten tahliyesine oradan başlamamakta ve önce Cenab-ı Hakk'ın uluhiyetine karşı şirk koşulmamasını, ibadetin O'na tahsisini nazara vermektedir. Namaz, oruç, hac, zekat Allah için olmalı; kurban O'nun için kesilmelidir. Burada Ehl-i Kitap, rahatlıkla "biz zaten bunları Allah için yapıyoruz" diyebilir. Öyleyse, bu merhaleden sonra, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmama merhalesi gelmektedir. Yani, Allah'la beraber başka yaratıcı kabul etmeme; "sebepler, tabiat veya bir takım başka güçler" dememe; yaratmayı, ölümü, yaşatmayı, rızıklandırmayı, kainatın idaresini tamamen O'na verme; O'nu doğmadan-doğurmadan, üremekten ve başkalarına muhtaç olma gibi noksanlıklardan beri görme.. evet imanın üzerindeki bu kara örtü kaldırılınca, geriye sadece günlük hayatın, içtimai, iktisadi sahalarının da tevhide göre düzenlenmesi kalmaktadır ki, Allah'a iman ve ibadet yani her mânâda tevhid tamamlanabilsin. İşte, İslam'ın tebliğinde nasıl bir tedricilik varsa, zihinleri ve kalbleri, sonra da günlük hayatı tevhide raptetmede öyle bir tedricilik sözkonusudur. Zaten, Hz. Üstad'ın ifade ettiği ve üzerinde hassasiyetle durduğu üzere, İslam, bir bakıma imanın tahsîl, tarsîn ve tahkîminden ibarettir. Evet, neticede her şey, imânâ ve tevhid'e dayanmakta ve bir bakıma iman ve tevhid, merkezi, hakikatı oluşturduğu gibi, muhitle alakalı meseleleri de tayin etmektedir.

Hülasa olarak diyebiliriz ki burada, birbirinden farklı ruhların, ayrı ayrı vicdanların, değişik telakkilerle meydana gelmiş değişik kültür ve değişik medeniyetlerin, birbirinden farklı zamanlarda gelmiş farklı kitapların ve o kitapların yoğurup şekillendirdiği ümmetlerin, her gönlün "evet" diyebileceği bir çizgide -siz isterseniz buna "sulh çizgisi" diyebilirsiniz- birleştirilebileceği, birleştirilirken de her meselenin, rahmetin enginliği açısından ele alındığını ve her merhalede yaklaşımların evrensellik buudunun korunduğu apaçık ortaya konmuştur ki; her düşünce ve her vicdan ancak böyle bir hak hakemliği ile hallolabilir. Ruhlar, şahısların heva ve heveslerinin baskısından kurtularak Ma'bud-u Mutlak'a hakiki kulluğa erer ve dünya sahte ilahlara kulluktan kurtulur. (1)

Merhum Elmalı Hamdi Yazır , bahse konu Ayetin Tefsirinde , Davetin Ehl-i Kitabıda aşarak muhtelif milletlerin ve farklı dinleride kapsadığını belirtmiş , davetin tüm insanlığa şümul olduğunu belirtmiştir. (2)

Diyalog içinde bulunduğumuz insanlarla, “fasl-ı müşterek”leri artırmak ve onlar üzerinde konuşmak gerekir. Hatta konuştuğunuz, görüştüğünüz bu insanlar, Yahudi ve Hristiyanlar bile olsa, yine bu düşünce ile hareket edilmeli ve muvakkaten bizi birbirimizden ayıracak hususlar bahis mevzuu edilmemelidir. Mesela, siz onlarla Allah, ahiret konularında anlaşamadı iseniz, onlara Efendimiz’i anlatmanın bir mânâsı yoktur. Efendimiz bizim canımızdır.. O’nsuz bir hayat yerin dibine batsın! Ne var ki, O’nu anlatmada zamanlamanın çok iyi yapılması lazımdır. Bakın Kur’ân-ı Kerim kitap ehline çağrıda bulunurken diyor ki: “Ey kitap ehli! Aramızda müşterek olan kelimeye gelin.” Nedir o kelime? “Allah’tan başkasına ibadet yapmayalım” (Al-i İmran/64). Zira gerçek hürriyet başkalarına kulluk yapmaktan kurtulmakla gerçekleşir. Allah’a kul olan başkalarına kul olmaktan kurtulur. İşte gelin bu mevzu üzerinde birleşelim, bütünleşelim. Ve yine “Allah’ı bırakıp da bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin” diyor Kur’ân (Al-i İmran/64). Dikkat edin! Bu mesajda “Muhammedün Rasulullah” yok. (3)

(Âl–i İmran, 3/64) fermân–ı sübhânisiyle –müşrikler anlamasa da– Hıristiyan ve Yahudilerin ve onların içinde de ilim ehlinin dikkatleri çekilerek şöyle bir çağrıda bulunulmaktadır: Ey Hıristiyanlar, Yahudiler ve hususiyle de ilim ehli olanlar! Geliniz, aramızda müşterek olan bir kelime üzerinde –Allah’a imanda ve tevhidde– anlaşalım. Zira her şeyin O’na muhtaç bulunduğu Allah hakkında anlaşmak sizin de bizim de en önemli ve hayâtî meselemizdir. Gelin, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım.” Evet, Allah’tan başkasına kul olmayalım. Zatında eşi ve ortağı olmayan Allah’a biz de eş ve ortak koşmayalım. Zira kâinatı kabza–i tasarrufunda tutup çeviren sadece O’dur. Bütün sistemler ve bütün kevn ü mekanlar, O’nun azamet ve uluhiyeti karşısında bir zerre mesabesindedir. Dolayısıyla kâinat da, biz de Cenab–ı Hakk’a muhtaç ve medyun olduğumuz, O’nun da eşi ve ortağı olmadığı halde, hayallerimizde O’na eş ve ortak koşmak suretiyle kendi kendimize yazık etmeyelim.

Yani doğru yoldan inhiraf ederek, “Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rab edinmesin.” Zira, bir kere de Allah’tan başkasına tapmaya başlayınca, daha doğrusu Allah’ı bırakıp başka vadilerde kurtuluş aramaya durunca bir daha da belimizi doğrultamayız. Öyle ise gelin bütün benliğimizle Allah’a yönelelim ve “Velâ yettehize ba’dunâ ba’den erbâben min dûnillah; Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabb edinmesin” buyrulmuştur. Bunca tembih ve tenvire rağmen hiçbir şey yokmuş gibi, “Eğer onlar yine de yüz çevirirlerse, işte o zaman: “Şahit olun ki biz müslümanlarız!” deyiniz.” İkaz, tembih, tenvir ve aklı işhaddan sonra da, vazifenizi ifa ile alakalı onların vicdanlarını şahit gösterip bir adım geri durun.

Cenab–ı Hak, bu ayette bütün ehl–i kitaba çağrıda bulunduğu gibi, kıyamete kadar gelecek bütün ilim ehlini, kitap mücadelesi verenleri ve kitap çevresinde müesseseleşenleri de muhatap olarak almakta ve onlara adeta şöyle seslenmektedir: Ey ilim erbabı! Gelin, aramızda müşterek olan, bizim kalben ulaştığımız ve vicdanlarımızın kabullenip tasdik ettiği “Allah’tan başka mabud–u mutlakın olmadığı” hakikatinde birleşelim. Aslında hangi ilim dalıyla iştigal edersek edelim, neticede bu ilimlerin, vâhid–i hakiki ve vâcibu’l–vücûd olan Allah’a dayanmayınca, muallakta olduğunu duyacağımız kaçınılmazdır. Oysaki mümin gönüller, Kur’an’ın talim ve terbiyesiyle rûhen, vicdanen ve kalben ilimlere konu teşkil eden şeyleri daha farklı duymakta ve hissetmektedirler. Bu noktadaki problemler aşıldığı takdirde, ruh, fikir ve ilimlere ait tıkanıklık sayılan hususlar da kendi kendine vuzûha kavuşacaktır. Evet ilmin inhiraflardan kurtulabilmesi işte böyle bir tevhid anlayışında Kur’an’la anlaşmaya bağlıdır. (4)

Buna göre Müslüman, onları “kendi konumlarında kabul” edecek, ortak noktada buluşmaya çağıracaktır ki ortak nokta Allah’ın varlık ve birliğini kabul, indirilmiş olan kitaplara iman ve O’ndan başkasına ibadeti reddir. (5)

Monoteist, yani Tek İlâh’a inanmayı temel özellikleri kabul eden Tevrat ve İncil mensuplarının bu daveti red etmemeleri gerekir. “Allah’ın birliği akidesi; Musevilik, Hıristiyanlık ve İslâm’ın değişmez ve kesin akidesidir.” (D. Mason, Le Coran et la revelation judeochretienne, Paris, 1958, 1, 32). Tevrat’ın açıkça bildirdiği üzere: “Tanrı Yahve’dir ve O’ndan başka tanrı yoktur” (“Tekvin”, 4: 35, 39). “Dinle İsrail! Tanrımız Yahve’dir ve O tektir” (“Tensiye”, 6, 4). Tevrat ve İncil uzmanlarından G. Lagrange şöyle der: “Eski ve Yeni Ahid’in bütün sayfaları tevhid inancını dile getirir.” (De Deo Uno, s.240’dan D. Mason, a.g.e., 1, 31). Hıristiyanların kredosu (amentüsü): “Ben, bir tek Tanrı’ya inanırım” diye başlar. 1215 yılındaki Latran Konsili bu akide hakkında şu açıklamayı getirir: “Biz kesin olarak inanırız ki, gerçek Tanrı bir tektir, her şeyin esasıdır.” (6)

Yani, "Bizim kabul ettiğimiz ve sizin de kendi kitaplarınızın öğretileri ile desteklendiği ve tasdik edildiği için, 'yanlış' diye reddedemediğiniz inancımızda bize katılın." (7)

Kur’anın “Ey Ehl-i Kitab” davetine , günümüz Ehl-i Kitabının diğer Asırlara göre daha çok muhtaç olduğunu ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, Ehl-i Kitab ile aynı zamanda Ehl-i Mektebinde (İlim Sahiblerinin ) kast edildiğini ifade etmektedir.(8)

Ali İmran ,64. ayet-i kerimenin değerlendirmesi:

A-) Ehl-i Kitab’a (Hıristiyan ,Yahudi ve diğer Kitab indirilmiş dinlere ) ve İlim erbabına (Bilim Adamlarına) yumuşak bir şekilde, kırıcı olmadan ve Diyalog kurarak bir Davet esastır !

B-) Kurulacak Diyalogta esas amaç ; bir üstünlük kurmadan ,aslında bütün semavi dinlerin kabullendikleri fakat üzerinden geçen Asırlar sonucu unutulan veya yanlış hatırlanan ; Bir olan Allah’a imanın perçinlenmesi ve yine Bir olan Allah’tan başkasına kulluk edilmemesidir ! Burda cay-ı dikkat olan bir husus şudur : Tevbe Suresi 30.Ayet-i Kerimede , Kur'an-ı Kerim Ehl-i Kitabı Allah'a oğulluk isnadında bulunduklarından dolayı kınarken , burda ise , Ehl-i Kitab ile biz Müslümanların aramızda aslen ortak olan bir Kelimeden bahsedilmesi , Kur'anın çok ince latif bir yakklaşımı olarak karşımızda durmaktadır ! Halbuki Allah'a oğul isnadında bulunanlarla bizim ne ortaklığımız olabilirki ? Demek , oğul isnadında bulunmalarına rağmen , Allah inançlarının olması , onlar ile aramızdaki ortak olan inanç esasımızdır ! Lakin , Ayetin devamında hemen , Bir olan Allah'a davetin gelmesi , kurulması emredilen Diyaloğun stratejisini ortaya koymaktadır !

C-) Bu konuda ikna ve uzlaşma sağlanamadığı takdirde , Efendimiz (SAV) ‘me iman etmelerini istemenin veya beklemenin bir anlamı yoktur ! Çünkü , tevhid İnancına gelmeyen Ehl-i Kitab Efendimiz (SAV) 'ide kabul etmiyeceklerdir !

D-) Tevhid inancını kabul etmediklerini gördüğünüzde , onları olduğu konumda kabul edinki ,onlarda sizi olduğunuz konumda kabul etmiş olsunlar ! Umulur ki , onlar Tevhid inancını kabul etmeselerde , yakın çevreleri veya gelecek nesilleri bu kabule uyacaklardır !



E-) Çünkü Kalbler ve Hidayet Allah’ın elindedir !

çlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur.' (Ankebut,46)

Kur’ân, bu ayetiyle de bize, üslûpta takınacağımız tavrı ve sergilememiz gereken edebi gösteriyor. Ehl-i Kitabın zâlim olmayan kesimiyle münasebetlerimizde, şiddetli davranma ve onların iflahını kesme düşüncesinin İslâmî bir düşünce ve davranış biçimi olmadığını dile getiriyor. Evet , böyle bir düşünce ve davranış İslâmî olmaktan öte, İslâmî kaide ve prensiplere aykırı bir çarpıklık demektir.


Elmalı Hamdi Yazır , Ayetin tefsirinde : “Yahudiler ve Hıristiyanlarla ancak en güzel yoldan mücadele suretiyle; Mesela kabalığa incelikle, sertliğe yumuşaklıkla, öfkeye hazm ile, gevezeliğe nasihat ile, şiddete vakar ile karşılık vererek hak ve gerçek delilleri açıklamak ve izah etmek gibi. Ancak içlerinde zulmedenler başka.” demektedir.


Mevdudi Tefsirini incelediğimizde : "Tartışma, karşıdaki kişinin fikirlerinin düzeltilebilmesi için medenî ve saygılı bir dilde ölçülü bir şekilde yapılmalıdır. Tebliğ eden kişinin asıl amacı, muhatabının kalbini uyandırmak, ona hakkı ulaştırmak ve onu doğru yola getirmek olmalıdır. O, tek gayesi karşısındakini yenmek olan pehlivan gibi davranmamalıdır. Daha çok, kendi yaptığı bir hatayla hastasının daha kötüye gitmemesi için çok dikkatli davranan ve onu mümkün olduğunca az sorun çıkararak iyileştirmeye çalışan bir doktor gibi olmalıdır. Bu talimat burada özellikle Kitab Ehli ile tartışmalar için verilmiştir, fakat bu dini tebliğ etme konusunda verilmiş genel bir talimattır ve Kur'an'ın birçok yerinde buna değinilmiştir. Mesela: "Ey Peygamber! Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et." (Nahl: 125) "İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir." (Fussilet: 34) "Ey peygamber! kötülüğü en güzel olanla sav. Biz onların nitelediklerini en iyi bileniz." (Müminun: 96) "Ey Peygamber, af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerle lüzumsuz tartışmalardan sakın. Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, Allah'a sığın." (A'raf: 199-200)….. Allah burada müslümanlara, Kitab Ehli ile tartışacaklarında ilk önce meselenin olumlu yönlerini ele almalarını emretmektedir.”
İbn-i Kesir , Taberi Tefsirlerinde :Ne kadar müsamahakâr olursa olsun, hiçbir insan zulme tahammül edemez ve etmemelidir. Bu itibarla Kur’ân zalim olmayanlarla en güzel bir tarzda görüşmeyi tavsiye buyurmaktadır. Böylece en makul ve nazik bir söylem ile: “Sizin kitabınız da hak kitap, aynı İlah'a ibadet ediyoruz. O'na itaat esasında birleştiğimize göre, dinin aslında beraberiz. Bu çerçevede, bir arada yaşayabilir ve konuşabiliriz” mesajı verilir. “Bu ifade Müslümanların onlarla iyi geçinmelerinin ilkesel gerekçesini ortaya koymaktadır. Zira -putperest Arap'ların aksine- Müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında bir inanç yakınlığı bulunmakta, yani Müslümanlar onların Kitaplarının hak kitap olduğunu kabul ettikleri gibi temelde ulûhiyyet konusunda da onlarla aynı inancı paylaşmaktadırlar. Ehl-i Kitap'taki tevhid ilkesine aykırı inançlar, onların dinlerinin aslında bulunmayıp sonradan ortaya çıkmış bir sapmadır. Sonuç olarak Müslümanların temel inanç konularında kendileriyle aynı çizgide gördükleri Ehl-i Kitab’ı düşman bilmeleri anlamsızdır. Müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında daha sonra baş gösteren çatışmalar, Müslümanlardan kaynaklanmış değildir. Nitekim tarihî bilgiler de bunu doğrulamaktadır. Bu açıklama-lar dikkate alındığında, haksızlığa sapanlar dışında Ehl-i Kitap'la iyi geçinmeyi emreden bu âyetin, sava-şa izin veren daha sonraki âyetlerle nesh edildiğini ileri süren görüşün de isabetli olmadığı ortaya çıkmaktadır. Zira bu âyetin “İçlerinden haksızlığa sapanlar dışında” şeklindeki istisna bölümü, zaten gerektiğinde savaşmaya kadar varacak olan sertliğe sertlikle mukabele yolunu açık tutmaktadır. Nitekim müfessirler de bu yönde yorumlar aktarmışlardır (bk. Taberi, XXI, 2; İbn Kesir, VI,292; nakl: DİB, Kur’ân Yolu, Ankebut, 29/46 tefsiri, IV, 258).

Tefsirul Munir’de (Vehbe Zuheyli) : “Yahudi ve Hristiyanlarla güzel bir metodla, yumuşak ve ılımlı bir üslûpla tartışın. Ancak kendi nefislerine zulmeden, kendi kendilerine yazık eden, hak yoldan sapan, apaçık hüccetleri görmezden gelen, inatçılık yapan ve büyüklük taslayan kimseler müstesna. “ demektedir.

Fahreddin Razi’de Miftahul Gayb Tefsirinde : : (Peygamberine) ehl-i kitabı irşâd etmenin yolunu da beyân buyurarak, "Ehl-i kitab ile, en güzel olandan başka bir şekilde mücâdele etmeyin..." buyurdu. Bazı müfessirler, bundan muradın, "Zalim olanlar ve savaş açanlar müstesna, imân etmeseler bile, ehl-i kitab ile, kılıçta mücâdele etmeyin" manası olduğunu söylemişlerdir ki bu, "Onlar, küfürlerine ilâveten, zâlim olmadıkları müddetçe" demektir….onlarla önce, en güzel şekil ve usulde mücâdele olunur; Fikirleri hafife alınmaz, ataları sapık olarak nitelenmez…

Razi Tefsirinin devamında ifade edilen “Onlardan zâlim olanlar, yani Allah'ın, çocuğu olduğunu veya Allah'ın üç ilah'ın üçüncüsü olduğunu söylemek suretiyle, müşrik olanlar müstesna” ve yine benzer bir yaklaşımı sergileyen Elmalı Hamdi Yazır’ın Tefsirinin devamında geçen : “Yeterli olan delili kabul etmeyip, haksızlıkla inada, aşırılığa sapan, mesela hâşâ Allah'ın oğlu var demekle veya "Allah'ın eli bağlıdır (sıkıdır)" (Mâide, 5/64) gibi laflar söylemekte ısrar ile kibirlilik taslayan zalimler müstesna, zira o zaman hallerine uygun şekilde müdafaa yapmak vacip olur.”

yaklaşımlarından , her teslis inancına haiz insanı zalim addedip , sanki bu kesimin Ayette geçen “en güzel yoldan mücadeleyi” hak etmediği anlaşılmamalıdır. Çünkü ; Ayet , Ehl-i Kitabı kast etmesi hasebi ile başta tüm Hıristiyan ve Yahudileri kapsamaktadır. Saniyen , Teslis İnancına haiz nice Hıristiyanlar var ki , bunu inançlarının gereği olarak görmekte , yoksa Elmalı Tefsirinin devamında ifade edildiği üzere bir kibir mevzuu yapmamaktadır. Dolaysıyla diyebilirizki ; Elmalı Hamdi bu ifadesi ile Teslis inancını bir zulüm aracı yapıp , bu fikri zorla empoze eden Hırsitiyanları Zulmedenler kategorisinde değerlendirirken , Tevhid arayışında olan ve Tevhid’i öğrenmeye muhtaç Hıristiyanlar ile, Teslis inancındaki mantıki çelişkilerine çözüm bulamayıp Tevhid’e yaklaşan Hıristiyanlar “Zulmeden”ler katogorisine müdahil elbette değillerdir.

Netice olarak diyebiliriz ki ;Kur’an’ı kerimö bu Ayet-i Kerimesi ile de Ehl-i Kitaba öncelikle yumuşak, musamahalı , sevdirerek iyi güzel bir uslub ile yaklaşım sergilenmesini emretmekte ve bizlere bu konuda tevilsiz bir Rehberlik göstermektedir.

Evet, dinlerarası diyalog çalışmaları, meyvelerini vermeye, özellikle, İsevi ruhaniler üzerinde olumlu etki bırakmaya devam ediyor. Bunlardan bir diğeride Prof. Schwarzenau (Prof. Dr. Paul Schwarzenau-Dortmund Üniversitesi Katolik Profesörü-bakınız Resim). Kendisi, Teslis inancına sahib Hristiyanları, İslam’ın Tevhid İnancına davet etmektedir.

. Samimi ifadelerinden birkaçını inceleyelim:



Bir Hristiyan olarak, Kur’an hakkındaki düşüncelerimi ve Kur’an ile ilgili şahsi bir tecrübemi paylaşmak istiyorum: Ruhen sıkıntılı olduğum ve manevi bir hastalığın bana yaklaştığını hissettiğim ve huzursuzluk yaşamaya başladığım bir dönemde, aklıma Kur’an okumak geldi. Okurken, birden sanki Allah’ın konuşmasının (Rahmetinin) beni sardığını hissettim. Evet, sanki Kur’an okurken, Allah benimle konuşuyor ve bana hitab ediyordu! Allah gelmiş ve gelecek herşeyi kuşatandı. Allah insanın göğsünü adeta açıyor ve Kur'anın Ayetleri oraya giriyordu! Evet, o günlerde İncil beni tatmin etmiyordu, çünkü hitab etme uslubu Kur'anın ki kadar huzur vermiyordu! . Sanki Kur’an, İncilin bir üst makamında idi. Ve artık kanaat getirmiştim, Kur’an Allah’ın bir Kelamıydı! Kur’anda Tevhid İnancını öğrendim! '

Prof.Schwarzenau, bu ifadelerinin ardından, Kur'anın Hıristiyan ve yahudileri, İslam ile Diyalog yapmaya çağırdığını belirttikten sonra, konuyu Hz.Muhammed'in (SAV) son peygamber oluşuna getiriyor:

Kur’anı Kerim diyorki: ‘Muhammede (SAV) Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur (Ahzab Suresi, 33/40)

”Sonuncusu” ifadesinden, hem bir tasdik hemde bir bitim anlıyoruz! Hz.İsa, açık bir dil ile, kendisinden sonra gelecek bir Resule işaret etmiş ve adınada ‘ Faraklit’ demiştir! (bakınız: Johanna 16,7.13) . (*)

Hz.Muhammed’in oluşturmuş olduğu Ümmet kavramı, herhangi bir milleti, devleti veya herhangi bir Kilisevari oluşumu içermemektedir. Tüm Dünya’ya hitab etmektedir. Yani Universal bir İslamiyetin temsilcisi olarak , diğer tüm dinlere de hitab etmektedir.

'Son olarak diyebilirim ki, Hz. Isa´nin Mesih olarak gelip insanligin önünde duracagini söyleyen evrensel Islam dini son ve kalıcı bir dindir.. (1)

Yine bir başka makalesinde, Prof.Dr.Schwarzenau, Dinler arası Diyalog sayesinde, müslümanların kendilerini daha iyi tanıtma imkanı bulduklarına vurgu yapmaktadır :

'Hiristiyan ve Islam Dinleri Diyalogu“ son birkac yildir hic süphesiz büyük gelismeler göstermektedir. Hatta kendimizi coktan „üc Ibrahim dini“ demeye alistirdik bile. Bu da kardeslik baglarini savunan görüs sayesindedir. Birlik ve Beraberligin belirgin tasvir edilmesi; her firsatta yaklasip kaynasmayi hedef alinan dini törenler sayesinde gerceklesiyor. Bunlar Hiristiyanlik ve Islam icin diyalogun sevindirici yansimalaridir. Gercekte ise; kardes din Islam´in tam anlamiyla taninmiyor, özellikle „Islam´in üstün gelmesi“ korkusu beraberinde medyanın da desteği ile bir karalamaya meyil edebiliyor'

Prof.Scwarzenau, günümüz Hıristiyanlığı ile İslamiyet arasındaki en belirgin sorunun, Hırsitiyanlığın Kur'anı ve Hz.Muhammedi görmemezlikten geldiğini belirttikten sonra, bir takım deliller ortaya koyarak sorunun Çözüldüğünü ifade ediyor:

'Bu üzücü gerceklere fazla takilmadan iki din arasindaki asil büyük soruna geliyorum.Sorunun çözümü, Hiristiyanlik dininin köklerinde ve Kur´an´in ögretisinden aranmalıdır. Bir hiristiyan olarak bunu talep ediyorum. Burda sözü edilen sorun; Hz. Muhammed´in Allah tarafindan gönderilmis peygamberlerin icinde hiristiyan kilise ve cemaatlere yolgösterici olarak Allah´in mesajini iletmis olmasini kabul etmektir.'

Yazının devamında, Schwarzenau, Kur’andan Ayetleri delil getirmeye başlıyor :


“De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz.”(Ali İmran, 3/64)

Evet, bu Ayet ile Kur’an Diyaloğa davet ederken, Diyaloğun çerçevesini şu Ayette çizmektedir:

“İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur.' (Ankebut, 29/46)

Kur’anın geniş bir tolerans içerdiğini, bunu zaman zaman Katı Hıristiyanlıkta bulamadığını itiraf eden Prof.Schwarzenau, Hz.Muhammed (SAV) in, kendi döneminde ne incilin aslını nede tevratı bilmediğini, dolaysıyla Kur’anın Muhammed tarafından alıntı olarak yazılmış olmasının mümkün olmadığını, Kur’anın uslub bakımındanda insan üstü ifadeler içerdiğini ve Allah'ın Kelamı olduğunu beyan etmektedir!

İnsanın Yaratılışını veciz bir şekilde anlatan anlatan (Hac, 22/ 5-7) , Kainatta herşeyin Allah’a secde ettiğini beyan eden (Hacc, 22 /18) , insanların Allah’ın nimetlerine karşın hakkıyla şükretmediklerini beyan eden (Lokman, 31/31-32) Ayetlerden bahsederekn, İslamı sadece Hz.Muhammede inen din olarak değil, Allah’ın Hz.Ademden son peygamber Hz.Muhammed’e kadar tüm peygamberleri gönderilen bir din olduğuna vurgu yapmaktadır!

Hz.İsa (AS) mın çarmıhta öldürülmediğini (Nisa,4 /157) ve Allah’ın huzuruna çıkartılmış olduğunu (Nisa,4/158) Kur’andan delillendiren Prof.Schwarzenau, aslında bunun İncildede benzer bir yaklaşım içinde olduğunu (Job. 12,32, - 3,24 - 8,28) , aynı şekilde Kur’anda geçen Hz.İsa ‘nın yaratılışının yine Luka İncili ile benzerlik taşıdığını belirtmektedir.

En can alıcı tesbitinde ise Prof.Schwarzenau, Kur'anın şu ifadesinde ;

Meryem oğlu İsa da: 'Ey İsrailoğulları! ben size Allah'ın elçisiyim. benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak (geldim) .' demişti (Saff, 61/6)

Ayetinde geçen “Ahmed “ ismine dikkat çeken Schwarzenau, Johanna İncilinde geçen (16, 7) :

”Ben gideceğim, ta ki faraklit gelsin.....O sizi doğru yola ulaştıracak, çünkü o kendinden konuşmıyacak, duyduğunu sizlere iletecek, ve gelecek ile ilgili bahsedecek”

ifadesindeki “Faraklit” ‘in ,Kur’anda geçen “Ahmed (SAV) “ olduğunu kesin bir dil ile kabul etmektedir. (*)

Yine incilde geçen Hz.Musa (AS) mın ifadesinden: “ Benim gibi bir peygamberi Allah ortanca kardeşlerinin arasından gönderecek, ona tabi olmalısın” (Mose, 18,15)

Bu cümlede beklenen peygambere bir işarette (Jesaja 42,6.) da geçmektedir. Burda, beklenen peygamberin yeni bir Ümmet teşekkül ettireceği yazılıdr. Hernekadar, bir takım evangelistler bu ifadeden, beklenen 2.Musa ‘nın , Hz.İsa olduğunu kabul etmiş olsalarda, aslında Hz.İsa nın yeni bir ümmet teşekkül ettirmediği ortadadır! Ayrıca ifadede yer alan, İsrailoğullarının ortanca kardeşlerinden kasıt İsmailoğullarıdırki, burda apaçık beklenen peygamber Hz.İsa değil, Hz.Muhammed kast edilmiştir! Çünkü, Hz.İsa İsrailoğullarının soyundandır! '

Makalesindeki con cümlelerinde Nur suresi 35.ci Ayette geçen: “Allah dilediği kimseyi nuruyla hidayete iletir” ayetinde geçen nur’u, Kur’anı okudukça gördüğünü ve her okuyuşunda bu NUR' a daha da şahid olduğunu belirtmiş ve artık teslis İnancına Sahib Hıristiyan Çevrelerinin bu gerçeği kabullenmesi gerektiğine vurgu yapmıştır!

Allah sayılarını artırsın!

Kaynaklar :

(1) http://www.designe-ligne.de/de/islam/kommentare/data/28-03-2003_17_59_24.php
(2) http://www.designe-ligne.de/de/islam/kommentare/data/28-03-2003_17_59_26.php

Allah'ın insanlığa son peygamber olarak görevlendirdiği Efendimiz (s.a.s.) bir taraftan çevredeki kabile ve devletlere elçi ve nâmeler gönderirken diğer taraftan da onlardan gelen temsilci ve mektuplara muhatap oluyordu. Hususiyle Mekke'nin fethini müteakip Kureyş'in, ardından da başka bir güçlü kabile olan Hevâzin'in İslâm'ı kabul etmesiyle Arap Yarımadası'nın muhtelif bölgelerinde ikamet eden kabileler Medine'ye heyetler göndermeye başladılar.1 Gelen heyetlerin yoğunlaştığı yıl hicretin 9. yılıydı. Öyle ki bu yıla "Senetü'l-vufûd - Heyetler yılı" denilmiştir.
Medine'ye gelen bu heyetlerin geliş sebepleri farklıydı. Ancak bu sebepler umumiyetle, mensubu bulundukları kabilenin Müslüman olduğunu bildirmek ve onlar adına bîatta bulunmaktan ibaretti. Buna bağlı olarak İslâm'ın hükümlerini öğrenip kabilelerine bu bilgilerle dönmek veya dini kendilerine öğretecek kimseleri talep etmek gibi sebeplerle de geliyorlardı. Bunun yanında az sayıda da olsa, dünyalık elde etmek ve bazı şartlarla İslâm'ı kabul etmek için gelenler veya İslâm'ı kabul etmemekle birlikte cizye (vergi) vererek İslâm hâkimiyetini kabul ettiklerini açıklayanlar da oluyordu.
Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen elçilerle resmî görüşmeleri Medine'de Mescid-i Nebevî'nin "üstüvânetu'l-vüfûd - sefirler sütunu" adı verilen yerinde yapılırdı. Efendimiz, gelen elçiler bir kabilenin veya bir devletin temsilcileri olması münasebetiyle, onların getirmiş oldukları mektupları, titizlikle okutur, temsil ettikleri kabilenin dostluklarının bir işareti olan hediyelerini kabul eder ve onlarla yakından ilgilenirdi.2

Ne maksatla gelirse gelsin, Allah Resûlü (s.a.s.), Medine'ye gelen elçileri iyilikle karşılar, onlara daima mütebessim bir yüzle muamele eder ve onların incinmemesi için bütün arkadaşlarına da aynı şekilde davranmalarını emrederdi.3

Elçilerin Allah Resûlü ile konuşmaları o kadar samimi bir hava içinde geçiyordu ki, çoğu kez diplomatik görüşmeler deyince akla gelen aşırı resmiyet ve donukluk, Peygamberimiz'in sözleri ve davranışları karşısında eriyip gidiyordu.4

Böyle bir karşılama önemli ve de gerekliydi, zira "gelen heyet fertleri arasında, kavmi ve kabilesi içinde daima saygı ve hürmet görmüş insanlar da oluyordu. Bunlar, kendi toplumlarında bu tür ilgi ve alâkaya alışmış insanlardı. Dolayısıyla onlara aynı oranda bir ilgi ve alâka gösterilmeliydi ki geldikleri yeni toplumu yadırgamasınlar; yani bu ilgi ve alâka onlara ünsiyet aşılamalı ve yabancılığın verdiği rahatsızlığı ortadan kaldırmış olmalıydı. Ayrıca bu heyetlerden pek çoğu resmî idi. İslâm bir devlet nizamı olarak îlan edilince, çevredeki kabile ve devletler kendilerince bir durum değerlendirmesi yapmak üzere, Medine'ye heyetler gönderiyorlardı. Bu heyetlerdeki insanlar da sıradan insanlar değillerdi; az-çok hemen hepsinin kendine göre bir dünya görüşü ve değer yargıları vardı. Ve bu insanlar geldikleri yerlere döndüklerinde intibalarıyla geriye döneceklerdi ve onların bu kanaati de mensubu oldukları devlet veya kabileye mutlaka tesirli olacaktı. Öyle ise bu insanların müspet kanaatlerle techiz edilmesi şarttı. Bu da onlara gösterilecek ilgi ve sıcak bir istikbal (karşılama) ile yakından alâkalıydı."5

Allah Resûlü'nün bu konudaki hassasiyetlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

Heyetleri şehrin dışında karşılatırdı
Peygamber Efendimiz ile görüşmek üzere Medine'ye gelen heyetler, hangi inancı taşırlarsa taşısınlar, onlara değer verilirdi. Öyle ki bu heyetler ta şehrin hudutlarında karşılanırdı. Hz. Peygamber'in (aleyhisselam) yanına, onları karşılamak üzere bekleyen bir teşrifatçı ile gelirlerdi. Mesela Sakîf heyetini Muğire b. Şu'be ile beraber Sahabenin en önde gelen ismi Hz. Ebu Bekir (r.a.) karşılamıştı.6

Kıyafet konusuna özen gösterirdi
Gelen heyetleri önemsemenin ve onlara verilen değerin bir yansıması olarak Peygamberimiz elçileri kabul merasiminde hususî bir elbise giydiği gibi, ashabının da aynı şekilde temiz ve özel kıyafetler içinde olmasını emrederdi.7

Gelenlerin taleplerini nezaketle dinlerdi
Peygamberimiz kendi fikrini beyan etmeden önce heyetlerin düşünce ve taleplerini dikkatle dinlerdi ve onlara mutlaka Müslüman olmaları gerektiği istikametinde bir zorlamaya başvurmazdı. Allah Resûlü, dinde seçme hürriyetinin ifadesi olan "Dinde zorlama yoktur." (Bakara sûresi, 2/256) ayetinin hükmünü uygulamaktaydı. Mesela, 630 yılında Müslüman olduklarını bildirmek üzere Medine'ye gelen Himyer Hükümdarı'nın elçilerine şu açık talimatı vermiştir: Bir Yahudi ve Hıristiyan, Müslüman olduğu takdirde, mü'minlerden olur ve o, artık onların sahip olduklarına sahiptir. Eğer Yahudiliklerinde ve Hıristiyanlıklarında kalmak istiyorlarsa cizyelerini vermek şartıyla onlara müdahale olunmaz.8

Allah Resûlü, Müslüman olmak için geldiklerini, ancak şartlarının olduğunu söyleyen Sakif heyetini de hemen reddetme yoluna gitmemişti. Taleplerini mülâyemetle dinlemiş, onların İslâm'a ters olan tekliflerinin zararlarını izah ederek bu yanlış fikirlerinden vaz geçmelerini istemişti. Onlar da bunu kabul ederek şart sürmeksizin Müslüman olmuşlardı.9

Muhtelif bağları vesile kılarak onlara iltifat ederdi
Allah Resûlü gelen heyetlere yakın-uzak çeşitli bağları kullanarak yakınlık göstermiş, iltifat etmiştir. Meselâ, Benû Amir b. Sa'saa heyeti geldiğinde -ki bunlar da Adnan soyundan gelmekteydiler- "Siz kimsiniz diye sormuştu, onlar: ‘Biz Amir b. Sa'saa oğullarıyız.' deyince, "Hoş sefa geldiniz, siz benden.. ben de sizdenim." diye iltifat ederek onları onurlandırmıştır.10
Misafirlerinin izzet ve ikramıyla bazen bizzat kendisi ilgilenirdi.

Medine'ye gelen elçiler, suffe ve mescid yanında kurulan portatif misafirhanelerde (çadırlarda) veya sahabeden bu işe müsait olanların evlerinde ağırlanıyordu. Bazen de Peygamberimiz'in, elçileri, -onların konumlarını da dikkate alarak- bizzat Kendisi'nin ağırladığını görüyoruz. Mesela Adiyy b. Hatim bunlardandır. O kavmi içinde ulu, şerefli, hatip ve hazır cevap birisi olarak şöhret bulmuş bir kabile reisiydi. Medine'ye gelip kendisini tanıtınca Efendimiz onu evine götürüp onurlandırmıştır. Kendisi yere oturup onun altına bir minder uzatmıştı. Peygamberimiz onunla uzunca konuşmuştu. Adiyy, Peygamberimiz'in gerek yüksek ahlakı ve inceliği, gerekse mütevazı/sade hayatı karşısında daha fazla beklemeden Müslümanlığı kabul ettiğini belirtmiştir.11

Bu çerçevede bir noktaya daha temas etmekte fayda vardır. Peygamberimiz, gelen elçilerin ikramıyla bazen Kendisi ilgilenmiştir. Meselâ, Habeşistan Hükümdarı'nın elçilerine bizzat Kendisi ikramda bulunmuştur.12
Kaba söz ve tavırları yüce ahlakıyla savmaya çalışırdı
Bu görüşmelerde öne çıkan bir husus da Peygam-berimiz'in o huzurun âdâbına riayet etmeyenlere karşı bile gösterdiği nezaket ve müsamahasıydı. Heyetler içerisinde gelenlerden, bedevî tavırlar içinde söze başlayanlar olabilmekteydi. Peygamberimiz o yüce müsamahasıyla bir şey olamamış gibi onları dinlemeye çalışırdı. Mesela, Peygamberimiz'in sütannesi Hz. Halime'nin kabilesinden bir heyet gelmişti. Heyetin başında Dımam b. Sa'lebe vardı. Bu kişi içeri girer girmez ‘Hanginiz Abdulmuttalib'in oğludur?' diye söze başladı. Peygamberimiz de kendisini ona tanıttı. Daha sonra ise bu kişi üslûbunun biraz ‘sert ve kaba' olduğunu söylerek bunun için de kırılmamasını ister. Peygamberimiz de ‘istediğini sorabileceğini; incinmeyeceğini' söyledi. O zat da kendi üslûbuyla sorularını yöneltti ve bunların cevabını bir bir aldı. Neticede Müslüman olup memleketine döndü.13
Bir başka misal: Yine bu dönemde Müseylimetü'l-Kezzâb Allah Resûlü'ne bir heyet göndermişti. O yazısında: "Ben bu işte (peygamberlikte) sana ortak kılındım. Bu bakımdan yerin yarısı bizim öbür yarısı da Kureyş'indir, ancak Kureyşliler haddi aşan bir kavimdir." diyordu. Peygamberimiz bir ara o elçilere siz ne düşünüyorsunuz bu konuda demişti. Onlar "Onun dediğini deriz." dediler. Peygamberimiz orada onlara hak ettikleri cevabı vermişti. Ama haddini bilmez o insanlara bile Allah Resûlü fiilî bir cezayla mukabelede bulunmamıştı.14

Hediye takdimine önem verirdi
Gelen heyetlerin İslâm adına gönüllerini kazanma istikametinde Peygamberimiz'in diğer bir tavrı ise, onları memleketlerine hediyelerle göndermiş olmasıydı. Bu türden bir uygulaması ile onları taltif ediyordu. Öyle ki heyet içinde hizmet için getirilmiş bir çocuk veya köle dahi olsa onu da mükâfatlandırmıştır. Meselâ, Temim Oğulları'nda bulunan küçük bir çocuk bile, Peygamberimiz'den nasibini/hediyesini almıştır.15
Allah Resûlü hediye takdimine son derece önem vermiştir. Öyle ki son hastalığında yaptığı üç tavsiyeden biri de "Ben elçilere nasıl hediyeler ikram ediyorsam siz de öylece hediyeler vermek suretiyle hürmet gösteriniz."16 olmuştur.

Peygamberimiz (s.a.s.), bu hususta gösterilmesi gereken hassasiyeti son vasiyetine konu etmekle, bu işin ehemmiyetine ve istikbalde alacağı derinliğe de işaret ediyordu ki, bu da yakın-uzak gelecek açısından çok önemliydi.

Gelen heyetlerin inançlarıyla alakalı taleplerini dikkate alırdı
Bu konuda Allah Resûlü'nün Necranlı Hıristiyanlara ibadet etmeleri hususunda gösterdiği hoşgörüyü hatırlatmak yeterli olacaktır. Necranlılar, Peygamberimiz'in gerçekten bir peygamber olup olmadığını araştırmak üzere, bir heyetle Medine'ye gelirler. Altmış kişilik bu heyet, Medine'ye gelerek Allah Resûlü ile görüşmek üzere mescide gider. Mescitteyken ibadet vakitleri geldiğinde ise, Mescid-i Nebevî'de ibadet etmek isterler. Sahabe'den bazısı bu heyetin mescidde ibadet etmelerine engel olmak ister. Ancak Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), ibadetlerini serbestçe yapabilmeleri için Necranlı Hıristiyanlara dokunulmamasını emreder. Neticede, içinde papazların da bulunduğu Necran heyeti Mescid-i Nebevî'de, doğu tarafına yönelerek rahat bir şekilde ibadetlerini yaparlar.17

Hâsılı, bütün bu davranışlar Peygamber Efendimiz'de değişmeyen prensipler cümlesindendi… O, gelen fert ve heyetlere de bu prensipler çerçevesinde muamelede bulunuyordu ki, bütün bunlarda hikmetlerle dolu gayeler vardı. Evvela, henüz yeni gelmiş ve bütünüyle İslâm'a ısınmamış bu insanlar yer değiştirmenin rahatsızlığını, tedirginliğini yaşarken, eğer kendilerini tedirginlikten kurtaracak emniyet dolu bu sıcak atmosferi bulamasalardı, tercihlerini başka türlü de kullanabilirlerdi ki, bu da onlar için büyük bir kayıp olurdu. İşte Efendimiz'in (s.a.s.), kendisine, imânın en küçücük bir şemmesiyle (kokusuyla) gelenlere dahi fevkalâde alâka ve ilgi göstermesi, onları böyle bir yanlış karardan kurtarıyordu ki, bu da, bugün ve yarın üzerinde önemle durulması gerekli konulardan olsa gerek.18

Meselenin Günümüze Ait Yorumu
Buraya kadar arz edilenlerden de anlaşılacağı üzere Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bilhassa Mekke fethinden sonra civar devlet ve kabilelerden gelen heyetleri karşılamada ciddi bir hassasiyet gösteriyor ve bu davranışının örnek alınarak kendisinden sonra da devam ettirilmesini istiyordu. Ömrünün son anlarında bu isteğini, vasiyetleri arasında da tekrar etmişti. Acaba biz bu tavrı günümüzde de aynen sergileyebilir miyiz? Böyle bir soruya cevap mahiyetinde F. Gülen Hocaefendi Prizma adlı eserinin 1. cildinde şu cevabı verir:

"Evvelâ itiraf etmeliyiz ki, hiç kimse Allah Resûlü'nün sergilediği bu tavrı ayniyle gerçekleştiremez. Zira hiçbir insanın, buna takat ve gücü yetmez... İster heyetleri kabulünde gösterdiği sıcak alâka ve ilgiyi, isterse bazı kimselerin mâzideki kusurlarını tamamen unutarak onları kabullenişini bizim aynıyla tatbik ve temsil etmemiz imkânsızdır." Gülen Hocaefendi meselenin Efendimiz'le alakalı yanına dikkat çektikten sonra dîn-i mübîn-i İslâm'ın müntesiplerine hayatî bir hatırlatmada bulunur: "..Ama yine de aynı şeyleri gücümüz nispetinde yapmak mecburiyetindeyiz. Yoksa âlemşümul bir hizmeti, seviyesiz göstermiş, dolayısıyla da bu yüce davaya ihanet etmiş oluruz."19
Allah Resûlü'nün Diğer Yabancı Misafirlere Yaklaşımı
Allah Resûlü, sadece kendisine gelen heyetlere karşı değil, dini kabul etmek için gelen fertlere karşı da her zaman ilgi ve alâkasını en üst seviyede sürdürmüştür. Yine Prizma adlı eserinde bu hususu da yorumlayan Gülen Hocaefendi şunları kaydeder:

"Meselâ, Halid b. Velid, Amr b. Âs ve Osman b. Talha gibi Mekke'nin seçkinleri Medine'ye geldiklerinde, her biri Allah Resûlü'nden öyle iltifatlar görmüşlerdir ki, o gün için Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.anhüm) öylesini bulamamışlardı. Efendimiz (s.a.s.), Hz. Halid'e: "Ben de, Halid bu kadar akıllıyken nasıl oluyor da küfür içinde kalıyor diye hayret ediyordum" der... Kısa bir müddet sonra da onu "Allah'ın Kılıcı" unvanıyla taltif eder... Amr b. Âs, Müslümanlara çok kötülüğü dokunmuş bir insandı. Öyle ki bu zat, o güne kadar dehasını hep İslâm aleyhinde kullanmıştı. Ama Müslüman olup Medine'ye gelince, Efendimiz (s.a.s.), ona mâziye ait en küçük bir meseleyi dahi hatırlatmayacak kadar sıcak davranmıştı. Onun dua talebi üzerine "Bilmiyor musun İslâm, onu kabul etmeden önce işlenen bütün günahları siler, temizler" buyurmuştu... Abdullah b. Cerir el-Becelî huzura girince, Efendimiz gözleriyle herkese yol gösteriyor gibi cemaat içinden birinin kalkıp da ona yer vermesini arzuluyordu... Cemaat bunu anlayamayınca da, hemen harekete geçiyor ve cübbesini çıkararak Abdullah b. Cerir'in (r.a.) altına seriveriyor, daha sonra da, ashabına; bir kavmin kerîmine karşı ikramda bulunulması gerektiği hususundaki o ölümsüz nasihatini sunuyordu. Ebu Cehil'in oğlu İkrime'ye iltifat dolu sözlerle mukabelesi ise, bu konuda apayrı bir ibret levhasıdır."20

Sonuç
Yabancı heyet ve misafirlerle yapılan bu görüşmeler, İslâm'ın doğru anlaşılması ve kabulü açısından hayatî önem taşımaktaydı ve bu yüzden büyük bir fırsattı. Heyetlerin kabileleri adına gelmeleri ise büyük bir avantajdı. Yüce bir ahlak sahibi olan Allah Resûlü de, gelen heyetlere nebevî müsamaha ve misafirperverliğini göstermiş ve onlara oldukça nazik davranmıştır. Bu süreçte Hz. Peygamber (aleyhi ekmelüttehâyâ) tamamı devlet protokolüne ait bir meselenin temelini atmıştır.

Günümüzde de bu nebevî anlayış ve hassasiyetin dikkate alınması gerektiği açıktır. Öyleyse bu konuda netice almak isteyenler güçleri yettiği ölçüde Allah Resûlü'nün takip ettiği yol üzerinde yürümelidirler. Bu çizgi ve seviyeyi yakalamayı hedef bilmeli ve bu mevzuda her zaman alıştırma yapmalıdırlar.

Dicle Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
yozturk@yeniumit.com.trBu mail adresi spam botlara karşı korumalıdır, görebilmek için Javascript açık olmalıdır

Dipnotlar
1. İbn Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye, Daru İbn Kesir, Beyrut tsz., 2/559-560.
2. Hamidullah, "İslâm Peygamberi / Le Prophéte de İslâm", (Türkçeye çev.: Salih Tuğ), İstanbul 1980, 2/1086.
3. Bkz. El-Kettanî, et-Teratîbu'l- İdâriyye, Beyrut 1346, 1/447.
4. Ahmet Önkal, Rasulullah'ın İslâm'a Davet Metodu, Konya, 1981. s. 128.
5. M. Fethullah Gülen, Prizma I, Nil yay. İzmir 1995, s. 141.
6. Bkz. Taberî, Tarihu't-Taberî, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye Beyrut 1995, 2/180.
7. el-Kettanî, et-Teratibu'l-İdariyye, 1/452; Hamidullah, İslâm Peygamberi, 2/1087.
8. İbn Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye,2/589.
9. Taberi, Tarih, 2/179-180.
10. İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-Kübra, Daru Sadır, Beyrut tsz, 1/311.
11. İbn Sa'd, et-Tabakât, 1/322.
12. Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi, (Çev. Kemal Kuşçu) İstanbul 1963. s. 120.
13. Taberî, Tarih, 2/193. Ayrıca bkz. İbn Sa'd, et-Tabakat, I, 298.
14. Taberî, Tarih, 2/203.
15. Bkz. İbn Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye, 2/567.
16. Buharî, Cizye 6, Meğazi 83; Müslim, Vesayâ 20; Ebu Davud, İmaret 28.
17. İbn Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye, 1/574.

SORU: "Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez."(Maide,51)

Kur'an-ı Kerim , Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin derken , siz ise buna muhalif davranıyorsunuz?

El-CEVAB : Kur'anın bu hükmüde, yine siyak ve sibak bütünlüğünde ele alınmadığında, yanlış anlam çıkarmalarda adetten olmakta ve sanki Kur'anı Kerim bütün Yahudi ve Hırsitiyanları dost edinmeyin şeklinde algılayanlar olabilmektedir.

Merhum Elmalı Hamdi Yazır bu Ayeti Kerime için bakın Tefsirinde ne diyor:

'Yahudi ve hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onlara velî olmayınız değil, onları velî tutmayınız, itimat edip de yâr tanımayınız, yardaklık etmeyiniz. Velâyetlerine, hükümlerine yardımlarına müracaat etmek, mühim işlerin başına getirmek şöyle dursun, onlara gerçek bir dost gibi tam bir samimiyetle itimat edip de kendinizi kaptırmayınız. Özetle onları dost olur sanıp da yakın dostlarınız gibi sıkı fıkı beraberliklere dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz. Görülüyor ki 'Yahudiler ve hıristiyanlara dostlar olmayınız' buyurulmamış, 'Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyiniz' buyurulmuştur. Çünkü 'Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez.' (Mümtehine, 60/8 ) buyurulmuştur. Şu halde müminler yahudi ve hıristiyanlara iyilik etmekten,dostluk yapmaktan, onlara âmir olmaktan yasaklanmış ve men edilmiş değil, onları dost edinmekten, yardaklık etmekten yasaklanmışlardır.'


Yani özetle:

Görülüyor ki 'Yahudiler ve hıristiyanlara dostlar olmayınız' buyurulmamış, 'Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyiniz' buyurulmuştur.

'Dost edinmek' ile 'Tebliğ niyetli dost olmak' arasındaki Farka VURGU yapıyor,


1-) Haram olan 'Dost edinmek': Onlara her türlü sırrınızı paylaşmak, sıkı-fıkı bir ilişki içinde olmak, onlardan gelen her habere hemen itimat etmek ve onlara yardaklık etmek yasaklanırken,

2-) Helal olan 'Dost olmak': İslamı temsil ve tebliğ noktasında Diyalog kurmak, onlara adaletle hükmetmek, iyilik yapmak olarak sıralayabiliriz.

Şayet, bu hususu böyle anlamamış olursak, bazı Ayeti Kerimler arasında -haşa- çelişki meydana gelmiş olurki, bu ise Kur'ana değil, Diyalog karşıtı kardeşlerimize münhasır bir vasıftır:

Maide 5: '. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal olduğu gibi,............ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden namuslu hür kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın, namuslu bir şekilde mehirlerini ödediğiniz takdirde, size helâldir.'

Yani, Ayeti Kerime ile, EHL-İ KİTAB tan kız almak ve onların yediğinden yemek yemek Helaldir. Şimdi şayet (Maide:51) de geçen Dost edinmeyi, Elmalı ve diğer tefsirciler gibi anlamaz ve HER KAFİRİ DÜŞMAN addedersek, o zaman Kuran-ı Kerim hem Kafir Ehl-i Kitabın kızını bir eş olarak almaya ruhsat verirken, hemde Düşman olmayı öğütlemiş olurki, o zaman -haşa-Kuranı çeliştirmiş oluruz.

Doğrusu tabiki Elmalı Hamdi Yazır'ın merhumun dediği gibidir.

Konuya bir de Bediüzzaman Hazretlerinin bu Ayeti Kerimenin Tefsiri ile devam edelim :

Bediüzzaman Hazretleri , Kur’anda men edilen “Yahudi ve hristiyanlarla dost olmayın (Maide, 5/51) Ayeti Kerimesinin tefsirinde , “Delil, katiü'l-metin olduğu gibi katiü'd-delalet olmak gerektir,” diyerek, yahudiler ve hıristiyanlarla diyalog ve dostluk kurmanın yasak olduğuna dair delilin Kur’an’ın ayetleri gibi sağlam bir metne dayandırılmasına rağmen, kastedilen anlamın kesin olmadığını belirterek , Yahudi ve Hristiyanlarla dost olmaya men değil , tahrif olan yahudilik dini ile yine tahrif olan hristiyanlık dinine dost olmaya nehy olduğunu belirtmektedir. Şayet bu Ayeti Kerimeyi böyle bir anlam verilmemiş olunursa , yine Bediüzzamanın “Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!” ifadesinde dediği üzere , Ehl-i Kitab hanımları ile evlenmeye ruhsatı belirten (Maide .5/5 ) Ayeti ile çelişeceğine vurgu yapmaktadır. Çünkü , hem dost edinmeyin hemde Hanımları ile evlenmenizde bir sakınca olmaz anlayışı , Kur’anın siyak ve sibak bütünlüğünü zedelemektedir. Tefsirin devamında , Asr-ı Sadet döneminde, İslamın yeni nuzülü ile meydana gelen yeni bir Manevi inkılabat olduğundan, Sahabeyi Kiram bütün kıstaslarını bu noktadan yapmaktalardı , ve bu Din noktasında muhabbet veya düşmanlık beslerlerdi . Buna istinaden , Asrı Saadet döneminde gayri müslimlere muhabbette bir nifak endişesi vardı . Ancak , günümüzde yaşanana inkılabat manevi değil bir nevi medeni ve dünyevi bir inkılabat olduğundan , kıstas olarak medeniyeti nazara almak esastır. Zaten , gayri müslimlerin çoğu da dinlerine bağlı olmadıklarından , onlarla dost olmak , hem medeniyet ve gelişmişlikleri noktasına hemde Dünyevi Barış ve Huzurun temini içindir. Bundan dolayı , Kur’andaki nehiy bunun kesinlikle kapsamamaktadır ! (Münazarat, Sayfa 71)

Ayrıca diyebilirizki , Hıristiyan ve Yahudilerle Dost olmayı nehy , tümü ile dost olmayı nehy şeklinde algılayanlar , Kur'anın şu Ayetlerini görmemezlikten geldiklerine üzülerek şahit olmaktayız :

Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz.” (Mümtehine, 8,)


“Zulmedenleri hariç, ehl-i kitap ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: “Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba iman ettik. Bizim İlah’ımız da sizin İlah’ınız da bir ve aynı İlah’tır ve biz O’na gönülden teslim olduk.” (Ankebut, 46)

De ki: “Ey ehl-i kitap, sizinle bizim aramızda aynı olan bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah’ı bırakıp da, kimimiz kimimizi rabler de edinmesin.” (Âl-i İmrân, 64)


Edebiyat ve Şiir

MollaCami.Com