Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Sebepler ve Tevekkül

Dinimizin bizden istediği hareket tarzı, sebepleri son derece ciddiye almak, bir sonuca ulaşmak için bütün gerekenleri yapmak ve fakat asla sebeplere itimat etmemektir. Sonucu sebepleri de yaratan Allah’tan bilmek, daima O’na güvenmek, O’na dayanmaktır.

İçinde bulunduğumuz dünya hayatı, maddi alemin bir parçasıdır. Cenab-ı Hak madde alemini yaratırken, onun ayrılmaz bir özelliği olarak sebepleri de beraberinde var etmiştir. Bu alemdeki işleyiş sebep-sonuç ilişkisine göredir. Her sebep bir sonucu, her sonuç yeni bir sonucun sebebini doğurur.

Sebep sonuç ilişkisi

Kainattaki işleyişin sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde yürüyor olması, bir yandan da insanoğlunun imtihanıdır. Onun sebeplere mi yoksa o sebeplerin ardındaki ilahî güce mi güvenip bel bağlayacağı bu imtihanın başlıca konusudur.
Eğer kul, sebeplerin ardındaki eşsiz ve kesin gücü fark eder ve ona itimat ederse ne âlâ. Değilse, dünyaya taparcasına bağlanan, olup biten her şeyi maddi sebeplerle izah etmeye çalışan, işin manevi tarafını ıskalayan, kalpsiz, maddeci bir varlık olup çıkar. Bu zihniyetle yetişen tüccar sermayesine, toprak sahibi mahsulüne, makam sahibi koltuğuna ve ilişkilerine güvenir.

Böyle kimseler için kaybetmek ölmekten farksız olduğundan, sahip oldukları şeylere adeta dişle tırnakla tutunurlar. Bu da onları manevi değerleri önemsemeyen, hırslı, kibirli, şefkat ve paylaşımdan yoksun insanlar yapar. Bunun bir adım ötesinde ise ciddi bir iman kriziyle baş başa kalma tehlikesi vardır.

Şu halde, sebeplerin ardındaki mutlak gücü yani Allah Tealâ’yı unutmamak, daima O’na güvenip, O’na dayanmak gerekir. Sebeplerin yaratıcısı varken sebebin kendisine takılıp kalmak, gönül bağlamak, öz dururken kabuğa takılmaya benzer.

Sebebi de sonucu da yaratana dayamak

Dinimizin bizden istediği hareket tarzı, sebepleri son derece ciddiye almak, bir sonuca ulaşmak için bütün gerekenleri yapmak ve fakat asla sebeplere itimat etmemektir. Sonucu sebepleri de yaratan Allah’tan bilmek, daima O’na güvenmek, O’na dayanmaktır. İşte bu şuur ve anlayışa “tevekkül” denilir. Kur’an-ı Kerim “İnananlar yalnızca Allah’a tevekkül etsinler/güvensinler.” (Maide,11) buyurmakla, tevekkülü sadece imanlı kimselere özgü kılmıştır.

Tevekkül geniş anlamıyla şöyle tarif edilebilir: Dini yahut dünyayı ilgilendiren her hususta, alınabilecek bütün önlemleri aldıktan, gereken sebeplere sarıldıktan sonra işin sonucunu Allah Tealâ’ya havale etmek, O’ndan gelene baş göz üzere deyip razı olmaktır. Bir diğer ifadeyle; dinen mahsuru olmayan sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi sebeplerden değil, sebepleri var eden, onlara tesir gücü veren Yaratıcı’dan beklemek, O’na güvenmektir.

Cüneyd-i Bağdadî hazretleri tevekkülü: “Kalbin, her durumda Allah Tealâ’ya itimat etmesi, güven duyması” olarak tanımlamıştır. (Kitabu’l-Lüme’ fi’t-Tasavvuf)

İbrahim Havvas hazretleri demiştir ki; “Tevekkül, Allah Tealâ’dan başka hiç kimseden korkmamak, onlara umut bağlamamaktır.” (Teberanî, Tefsir-i Kebir)

Şakîk b. İbrahim ise; “Allah Tealâ’nın vaat ettiklerine karşı kalbin tam anlamıyla inanıp mutmain olması..” diye nitelemiştir. (Sülemî, et-Tefsîr)

Mütevekkil kim?

Tevekkül sahibi kimseye “mütevekkil” denir. Mütevekkil insan zahiren her ne kadar sebeplerle içli dışlı gözükse de, bu durum onun sonuçları sebeplerden beklediği ya da dünya ehli olduğu manasına gelmez. Zaten tevekkül ile dünya sevgisi aynı kalpte barınamazlar. Bu sebepten olsa gerek ki Zünnun Mısrî hazretleri, tevekkül sahibi kimsede bulunması gereken üç özelliği sayarken bunlardan birinin de, kalpteki dünyevî alakaları azaltmak olduğunu söylemiştir. Diğer ikisi ise mahlukata yaranma alışkanlığını terk etmek ve bedeli ne olursa olsun her zaman doğruyu söylemektir. (Hilyetu’l-Evliyâ)

Denilmiştir ki tevekkül sahibi kimsenin alameti, doğru söylemesi kendisine zarar verecek ve yalan söylemesi büyük fayda sağlayacak olsa bile, doğru söylemeyi tercih etmesidir.

Tevekkül ehli olunca

Tevekkül ehli kişinin diğer insanlara göre pek çok avantajı vardır.Mesela mütevekkil kimse bilir ki kulun dilemesi Allah’ın dilemesinin önüne geçemez. Bu da onu psikolojik bunalımlardan, çağın hız ve stresine kapılmaktan uzak tutar. Gönlü de, ruhu da huzur ve tatmin bulur.

Yine tevekkül etmek kişiye güven duygusu aşılar, cesaretini arttırır. O nedenle Sevgili Peygamberimiz buyurmuştur ki “İnsanların en kuvvetlisi olmak isteyen kişi Allah’a tevekkül etsin.” (Suyûtî, Camiu’s-Sağîr)

Öte yandan tevekkül, zorluk ve sıkıntının ilacıdır. Veli zatlardan İbrahim Havvas’a, öldürücü çöl yolculuklarına dayanmasının hikmeti sorulduğunda, o bunu kalbinin tevekkül üzere olmasına bağlamıştır. (Kuşeyrî, Risale)

Yine tevekkül sahibi kimsenin rızkında meydana gelen artma veya eksilme onu yarın ne olacak kaygısına itmez.

Çünkü bilir ki rızık Allah’tandır. Ve kime ne takdir edilmişse o kadarına ulaşacaktır. Bu da onu elindekiyle yetinmeyi bilmeye, kanaatkâr olmaya götürür.

Tevekküle eşlik eden kanaat kişiyi çalışmaktan alıkoymaz. Çalışır ama hırslanmaz. Miskin miskin oturup tevekkül ettiğini söyleyen kimsenin bu yaptığı tembellikten başka nedir ki?

Hz. Ömer r.a., Medine’de boşta gezen bir gruba:

– Siz necisiniz, diye sorduğunda onlar:

– Biz mütevekkil kimseleriz, diye karşılık verdiler.

Bunun üzerine Hz. Ömer r.a. dedi ki:

– Hayır, siz mütevekkil değil, müteekkil (yiyici) kimselersiniz! Tohumumu tarlaya atıp daha sonra Allah’a itimat eden kimseye mütevekkil denir. (İbn Ebi’d-Dünya, Kitâbü’t-Tevekkül)

Kısmetse eğer ele gitmez!

Son devrin din alimlerinden merhum Ömer Nasuhi Bilmen, tevekküle ilişkin bir hadis-i şerifi açıklarken diyor ki:

“İnsanlar rızıklarını elde etmek için çalışmaya, gayret göstermeye muhtaçtırlar. Allah’ın takdiri böyledir. Fakat rızık talep ederken nefsine fazla eziyet vermek, ihtiras göstermek, aç ve susuz kalacakmış gibi ümitsiz olmak caiz değildir. Bilakis insan kendisini tehlikeye atmaksızın kabiliyetine göre çalışmalıdır, asla ümitsizliğe düşmemelidir. Hayat devam ettikçe mutlaka rızkına kavuşacağını düşünmelidir. Daima ölçülü hareket edip Cenab-ı Hak’tan hayırlı rızıklar temenni etmelidir. Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanından ümit kesmek bir mümin için asla caiz değildir.

Ol ki maksumun (kısmetin) ola gitmez ele / Ol ki maksum (kısmet) değil, girmez ele.” (Ö. N. Bilmen, 500 Hadis)

Önce tedbir

Tevekkül, kimi kişilerce tedbir almaksızın işlerin Allah’a havale edilmesi olarak algılansa da gerçek hiç de öyle değildir. Hz. Peygamber s.a.v., devesini salıveren ve Allah’a tevekkül ettim diyen kişiyi: “Deveni bağla, sonra tevekkül et.” (Tirmizî) diye uyarmıştır. Bu da söz konusu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu gösteriyor.

Tekrar vurgulayalım; tevekkül, gereken çabayı gösterip her türlü tedbiri aldıktan sonra, işin sonucunu tam bir teslimiyetle Allah Tealâ’ya havale etmektir.

Sebepler Allah Tealâ’nın yeryüzündeki vasıtalarıdır. Bize düşen, mutlak tesir sahibinin sebepler değil, onların ardında bulunan ilahî güç olduğunu idrak etmek ve tek hakim olan Allah’a gönülden bağlanıp güvenmektir.

“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Tevbe, 51)

devamı yokmu...


Genel Konular

MollaCami.Com