Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Din Cahili Medyanın Gülünç Halleri

Cemal A. KALYONCU'nun haberi

Medya mı din cahili, cahiller mi medya mensubu?

Din ve medya Türkiye’de ne kadar barışık? İkisi farklı soylardan mı geliyor? Medyanın gösterdiği performans bunu düşündürse de Devlet Bakanı Sait Yazıcıoğlu’nun teklifi çözüm olabilir mi?

‘ABD, Kolombiya Üniversitesi’nde Günümüz Türkiye’sinde İslam konulu bir sempozyuma ev sahipliği yapacak. (…) …sempozyumda oturum aralarına namaz molası konulmasının yanı sıra ‘toplu cuma namazı arası’ düzenlendi.’

Kurban bayramı bu sene de hac mevsimine denk geldi türünden bu haber, 30 Eylül 2007 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden…

Din ve medya… Bu iki kelime Türkiye’de birbiriyle ne kadar akraba? Ya da iki ayrı soydan mı geliyorlar? Devlet Bakanı Sait Yazıcıoğlu, “Talep gelmesi hâlinde medya mensuplarına dinî konularda eğitim verebileceklerini” açıklayınca ve yukarıdaki gibi örnekleri medyada bolca okuyunca bu soruları sormadan edemedik.

Konu uzun, malzeme bol.

Şöyle basit bir hata ile başlayalım. Okurlara 40 yıldan fazladır açık bulunan bir Pencere’den hitap eden İlhan Selçuk’un köşe yazısında geçen bir kelime: “Kamer Genç ilginç bir kişidir, her şeyden önce güler yüzlüdür; ne demiştir: Milletvekilleri Meclis tuvaletlerinde aptes almaktan vazgeçsinler!..” Fark edilmiştir ‘aptes’ kelimesi. İnsan Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne bakmaktan da mı âciz olur, yoksa bu bir niyet meselesi midir?

Bu haber de 26 Eylül tarihli Güneş’te, bir yazarın köşesinden: “Öğlen namazında hutbe bütün çevreye hoparlörlerden veriliyor. Yetmiyor aynı iş akşam da yapılıyor.”

Nasıl? Güneş yakıcı değil mi? Anlamayacak olanlar için not düşelim bari. Bizim bildiğimiz, hutbe haftada bir okunur, o da öğle vaktinde kılınan cuma namazında…

Beğenmediyseniz bir başka haber daha: “Hac yolunda ‘vize engeli koymak’ imanın 70’inci şartına uyuyor mu? (Müslüman’ın önüne engel olabilecek taşın kaldırılması imanın esasındandır.)” 7 Aralık’ta köşesinde eski bir siyasetçinin serzenişini aktaran Hürriyet yazarı, imanın şartlarını karıştırmış besbelli. Yoksa böyle bir metni köşesinde değerlendirmeye bile almazdı, herhalde.

Şimdi Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı Sait Yazıcıoğlu’na biraz daha kulak kabartalım. Yazıcıoğlu, bir açıklamada bulunmuş ve medya kuruluşlarının dinî konularda uzmanlaşmış kişileri istihdam etmesini istemişti. Zaman’a verdiği beyanatta basın-yayın organlarında çarpıtılmış yazıların yer aldığına dikkat çeken Yazıcıoğlu, “İlahiyat fakültesi mezunları yüksek lisans yaparak iletişim alanında görevlendirilebilirler” demiş, medyadan talep gelmesi durumunda dinî konularda yazı yazan gazetecilerin eğitimi için seminer ve brifingler düzenlenebileceğini ifade etmişti.

RESMÎ TATİLDE VEKALET VERİLEMEZ!

12 Eylül darbesinden sonra din dersinin zorunlu hâle gelmesiyle alakalı şöyle bir hadise anlatılır: Kurban bayramının yaklaştığı bir sırada Evren, damadına ‘Yakınlarda bir imam bul, kendisine vekalet ver, bizim kurbanımızı kesiversin’ diye tembih eder. Evren, bir gün sonra damadına kurban işini tekrar sorar. Damadın cevabı “bugün cumartesi, noterler kapalı, onun için imama vekalet veremedim” olunca, Evren, din derslerinin zorunlu olmasına karar verir.

Bugünkü durum da o günkünden farklı değildir. Devlet Bakanı Yazıcıoğlu’nu haklı çıkartacak o kadar çok haber çıkmıştı ki medyada. Milliyet’in ‘meşhur’ başörtüsü anketinde de vardı böyle bir durum. Örtünmeye göre ibadet başlığı altında, Milliyet, cuma namazının farz olmadığı kadınları, başörtülü, türbanlı ve çarşaflı şeklinde tasnif ettikten sonra en düşüğü yüzde 65 olan bir oranla -sonradan yanlışını anlayıp özür dilese de- Cuma namazına gider göstermişti.

Ya 10 Mart tarihli Radikal’deki şu habere ne demeli: Metroda namaz şov. Haber, cuma namazını Ankara Metrosu’nda kılmak durumunda kalanlarla ilgiliydi. Cerrah ehliyeti olmayan birinin hastaya beyin ameliyatı yapmasından ne farkı vardı bu haberlerin. Haberi yapan, cumanın ‘kazası olmayan’ bir namaz olduğundan bihaberdi sanki.

Çözümü aranması gereken bir durum vardı ortada; fakat bu kesinlikle ‘Namaz şov’ şeklinde takdim edilecek bir vaziyet değildi. Şov olsaydı nasıl olurdu? Bunun cevabını da Ahmet Turan Alkan, aynı tarihlerde Zaman Pazar’daki yazısında vermişti: “Namazda şov deyince aklıma, bildiğim ama bir kere daha tekrarlamaktan kendimi alamadığım o güzel nükte geliyor (Cevzi’nin Ahmaklar ve Gafiller Kitabı’ndan): Bedevinin biri namaz kılmaktaydı. Orada bulunanlar bedeviyi işaretle onu övmeye, cömertliğini ve salih sıfatlarını vasfetmeye başladılar. Namazda iken bu sözleri duyan Bedevi hemen namazı böldü ve topluluğa dönerek, ‘Ayrıca oruçlu olduğumu da bilin’ dedi.”

HADİS VE PEYGAMBER SÖZÜ

Bu sefer, o zamanlar Sabah’ta ‘Zaptiye’ adıyla köşesi yayımlanan Murat Bardakçı yakalıyor cahilliği. Konunun özeti şu: “Çanakkale şehitlerini anma gününde bir cami hocasının Mehmed Âkif’e ait meşhur şiiri okuma biçimi, Hürriyet yazarı Yalçın Doğan’ı hiddetlendirmiş. Hiddetinin sebebi, hocanın şiir gibi değil; dua, ilahi gibi okumasıymış.” Doğan, bunu AK Parti döneminde ideolojik bir tavır olarak görüyor. Söz Bardakçı’nın: “…söz konusu bestenin ‘ideolojik icra’ ile bir alakası yoktur; ama, Sadettin Kaynak’ın eserini AKP’ye bağlamanın, kendi kültüründen uzak kalmakla çoook yakın münasebeti vardır!”

Bu haber de 20 Ağustos 2006’da Cumhuriyet’te çıktı önce. Sonra Hürriyet yer verdi habere. Haberin önemi, sözlerin, profesör titrine sahip, üstelik psikiyatr birinden gelmesiydi. Dikkatinizi ‘Peygamber sözleri ile hadis’ kelimelerinin aynı cümle içindeki konumuna çekmek istiyoruz: “(…) Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı İzzet Er, ‘Muhafazakar bir toplumda halka ulaşabilmenin en önemli yollarından biri din adamlarıdır’ demiş. Kadınların yaşadıklarının din açısından değerlendirilmesi ne demektir? (…) Kadınlarımız, günlük yaşamda hadis ve peygamber sözleri doğrultusunda eğitilecekler demektir. Ve sorunlarının çözümünü hadis ve peygamber sözlerinde arayacaklar demektir.”

Haberin Hürriyet’teki yansımasını da yorumunu sizlere bırakarak aktarıyoruz: “Töre, namus, gelin-kaynana, koca kavgaları gibi sorunların dini açıdan yorumlanmasının tehlikesine dikkat çeken Prof…, bu durumda kadının yaşamına ‘Hadis, peygamber sözleri, günah, sevap’ kavramlarının yön vereceğini kaydetti.” Aman ne büyük tehlike, değil mi?

Meslektaşlarımız bu hususlarda az biraz gayret göstermediği için de Türkiye kâh Cezayir’e dönüştürülüyor, o tutmuyor İran olmasından korkuluyor; 2007 bu anlamda çok bereketli geçiyordu. Zira Türkiye’nin önce Malezya, sonra Suudi Arabistan ve nihayet Pakistan olacağı hararetle öne sürüyordu basında. Tam da burada, medyanın, Ahmet Altan’ın deyimiyle bir şeyleri açıklamak için değil artık gizlemeye başladığı için böyle yaptığı akıllara geliyordu. 28 Şubat sürecini hatırlayalım lütfen; o zaman tozu dumana katanlar Türkiye’yi nereye sürüklemişti? Arkasından ne çıktı?

‘KOKAİN PARTİSİ’ GİBİ NAMAZ!

Art niyetli o kadar çok haber vardı ki medyada: “Lisede namaz.” Hürriyet Gazetesi’nin 31 Mayıs tarihli nüshasında yayımlanan bir haberin başlığıydı bu. İstanbul Bağcılar Lisesi’nde öğrencilerin namaz kıldığını anlatıyordu. Sonradan yetkili makamlarca inceleme yapılmış, haberdeki gibi bir olayın olmadığı anlaşılmıştı. Fakat burada asıl düşündüren ve insanı hayrete düşüren, ‘lisede namaz’ vurgusunun ‘lisede kokain partisi’ gibi dehşetengiz bir şekilde sunulmasıydı. Ancak siz bunu ‘Namaz düşmanlığına tepki yağdı’ diye eleştirseniz bu sefer gazetenin yayın yönetmenin etiketi hazırdır: “…dini ideoloji hâline getirip, oraya buraya ‘sokuşturma kültürü’, açıkça bir ‘din ticareti’dir.”

Demezler mi adama ‘e be birader siz de dini takıntı ideolojisi hâline getirmeyin.’ Asıl, din ticareti yapanların kim olduğuna, bırakın da okuyucu 29 kupona karar versin!

Devam ediyoruz. Tarih bu sefer 29 Ekim. Kaynak, aynı medya grubunun magazin gazetesi Posta. Başlık: Lisede mescit iddiası. Haberi takdim etmek için yazılan spota bakın: “Adana’da bir lisedeki boş bir odanın mescide dönüştürüldüğü ve öğrencilerin teneffüste buraya inip namaz kıldığı ortaya çıktı.” Bu gazetelerin bu tarz yalan, şair Hilmi Yavuz’un deyimiyle ‘masal haber’ yapma alışkanlıklarının ne kadar kökleşmiş olduğunu biliyoruz. Her şey bir yana spotu şu kelimelere dikkat ederek bir daha okumanızı tavsiye ediyoruz: ‘Boş bir oda’, ‘teneffüs’ ve ‘namaz.’

“Otobüste namaz baskısı.” başlıklı bu haberi Milliyet Gazetesi 5 Eylül tarihinde okurlarına sunmuş. Haberin gerçekliği bir yana yansımalarından da kimsenin ders çıkardığı yoktu belki de. Sabah Gazetesi yazarı Özay Şendir, garabeti fark etmiş: “Haber benim de ilgimi çekti okudum; sonra o haberden 10 santim yukarıda yer alan 9 kupona ‘namazda okunan surelerin tefsiri’ promosyonunun büyük duyurusunu gördüm. Manşette laiklik kaygısı, sürmanşette dinî promosyon duyurusu…”

Bizim gözümüzden kaçanlar da vardı tabi. Onu da 20 Eylül tarihli Yeni Şafak’tan Salih Tuna imzasıyla aktaralım: “Bay Ertuğrul, ‘sosyolog yanım’ dediği ‘yanıyla’ bir tek otobüs yolcusunun ‘namaz molası’ talebinde bile, ‘dinî diktatörlük’ tehlikesi görebiliyor. Gelgelelim, o sosyolog yanı’ bu memlekette, 40 yıldır ihtiyaç molasına içkin ‘namaz molası’ verildiğini, 40 yıl boyunca verilen bu namaz molalarından henüz bir diktatörlük çıkmadığını ama 40 yıla en az 4 askerî darbe sığdırabildiğimizi görmüyor.”

ORTAMI GERGİN TUTMAK

Der Spiegel’in Noel sayısında yayımlanan ve tüm Türk gazetelerinin de dergideki gibi ‘Dünyanın en güçlü kitabı’ diye duyurduğu Kur’an-ı Kerim ile ilgili haberi bile Hürriyet özellikle “Kur’an, Türk İncil’i” şeklinde duyurmuştu. (23 Aralık 2007)

İrtica brifinginin ‘mecburi’ din seminerinin ‘seçmeli’ bile olmadığı bir medyadan ne beklenir, Özdemir İnce’nin “Ben ‘türban’dan söz ediyorum, onlar sahtecilik yapıp ‘başörtüsü’nü öne sürüyorlar.” (3 Aralık 2007 Hürriyet) sözlerinden başka.

Peki neden? Yüzde 98’i Müslüman bir ülkede neden böyle bir medya anlayışı var?

Emre Aköz, Milliyet’teki başörtüsü yazı dizisinden sonra 5 Aralık’ta yazdığı gibi “Bu arkadaşların niyeti, Türkiye’nin sorunları ile ilgili bir gerçeği, araştırma yoluyla ortaya çıkarmak değil… Siyasi-ideolojik ortamı sürekli olarak gergin tutmak!” tespitinde bulunuyordu bu hususta.

DİN BİLGİSİ ZAYIF ENTELEKTÜEL

Müslümanlara ve İslam’a karşı tam bilgili olmadan yapılan haberlere ‘niyet’ veya ‘akıl tutulması’ yönünden açıklama getirenler de vardı. Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Serdar Turgut, özellikle başörtüsü konusundaki gelişmeleri bir akıl tutulması ile açıklıyordu. Safını belli eden Turgut, şunları yazıyordu: “Dediğim gibi bu akıl tutulması olmalı. Utanç verici davranıp da şimdi şikâyete başlayanlara çocuklar bile gülerken, karşı taraf tartışmayı kazanmış olmanın keyfini çıkarıyor.”

Ahmet Altan, 4 Aralık’ta Taraf’taki yazısında Osmanlı’nın son dönemindeki bütün çatışmalar ve çarpıklıkların genetik bir miras gibi Kemalizm’le Cumhuriyet’e bulaştığını anlatarak “Osmanlı’yı ‘Türkleştirerek batılılaştırmak’ gibi tuhaf bir misyon üstlenen ittihatçılar, Türkleşmenin önünde engel olarak gördükleri Müslümanlıkla da çatıştılar” diyordu. Altan, yazısının devamında şunları kaleme alıyordu: “Ama İttihatçıların dine ve dindarlara duyduğu kuşku olduğu gibi Cumhuriyete geçti. Bizler de, Kemalizm eğitiminin çocukları olarak o kuşkuyu derinliklerimize yerleştirdik. Sonra bazılarımız ‘solcu’ olduk. ‘Din kitlelerin afyonudur’ sözünü öğrendik. Ürkütücü bir şey olarak gördük dini. Onunla ilgimizi kestik. Bir toplumun kültürel yapısını oluşturan en önemli faktörlerinden birini merak dahi etmedik. Sanki, onun yanına yaklaşsak, baksak, incelesek, Afrika’nın et yiyen çiçekleri gibi bizi kapıp içine alarak bir ‘gericiye’ çevirecekmiş gibi hep uzak durduk. Bu çocukça korku, bence bizi entelektüel açıdan epey zayıflattı. (…) Hemen hemen bütün entelektüellerimiz gibi yazarlarımızın da dinî bilgileri azdır, hem de bir din adamını zaaflarıyla ve erdemleriyle anlatmaktan ürkerler.”

30 Eylül’de Radikal İki’de Ayşe Kadıoğlu, bugünü anlamamıza yardımcı olacak bir fotoğraf sergiliyordu: “1923’te Ankara istasyonundaki binada, Teşkilat-ı Esasiye’ye ilişkin tartışmalarda, Kazım Karabekir’in, Tevfik Rüştü Bey’e Hıristiyanlığı mı savunduğunu hayretle sorduğu bir noktada, cevap o sırada söz alan ve Cumhuriyet seçkinlerinin otoriter düşüncelerini her zaman en iyi dile getirmiş olan Mahmut Esat Bey’den gelir. Mahmut Esat Bey, bu soruya karşılık verirken, bugüne de ışık tutacak olan şu sözleri söyler: Evet Hıristiyanlığı… Çünkü İslamlık, terakkiye mânidir. Bu dinle yürünmez, mahvoluruz. Ve bize kimse de ehemmiyet vermez!” (Detaylar için bakınız, Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene, İletişim, 2001, s.273-4)

Kadıoğlu yazısına şöyle devam ediyor: “Kanımca, Mahmut Esat Bey’in 1923’te dile getirdiği düşünceler bugünkü korkuların da kaynağında yer alıyor. Aslında Türkiye’nin Batıcı seçkinleri, yıllardır onların olduğundan emin oldukları mekanları, yeni Müslüman seçkinler ya da yeni vatandaşlar ile paylaşmak istemiyorlar./…/ İslam dinine ciddi anlamda bir bağlılık, Türkiye’de seçkin olmakla bir türlü bağdaştırılamıyor. Bu durumun kökeninde Mahmut Esat Bey’inki gibi bir düşünce var: Neredeyse Keşke biz de Hıristiyan olsaydık türünden bir iç geçirme bu korkulara öncülük ediyor.”

ARKADAŞLARIMIZ DİN CAHİLİDİR

En az bunlar kadar önemli bir durum daha vardı medyaya yönelik. Onu da yine Emre Aköz, Zaman’dan Nuriye Akman’a verdiği röportajda ifade etmişti.

Akman soruyor:

“-Bir gazeteci-sosyolog olarak merkez medyanın dine yaklaşımını nasıl yorumluyorsunuz? Merkez medya benim kullandığım bir tabir değil; ama kastedilen Sabah, Hürriyet, Milliyet, Radikal, Vatan gibi gazetelerse, buralarda çalışan, az çok yetkili konumdaki arkadaşlarımız din cahilidir. İki tane dinî kavram, uygulama sorsanız, bilmezler. Öğrenmek de istemezler. Çünkü Türkiye’de, ama başka bir kültür içinde yetişmişlerdir.

-Korktukları için mi bilmeyi reddederler?

Sadece dini değil, toplumu da tanımazlar. ‘Şeriat talebi’ bizim toplumda ‘imamların, mollaların yönettiği devlet’ anlamına gelmez.”

DİN İLE, HALK İLE KAVGALI MEDYA PROFİLİ

Sosyolog, gazeteci, yazar Ali Bulaç da 20. Yıl Zaman’ı kitabında medyadaki bu yapıyla ilgili, böyle kilit noktalarda bütün bu işleri evirip çeviren insanların iki bin kişiyi geçmediğini ifade ediyordu. Bulaç, bunların büyük bir bölümünü marjinal olarak niteledikten sonra şunları anlatıyordu: “Ya ateisttir ya agnostiktir, hayat tarzı itibariyle marjinaldir. İçlerinde çok sayıda eşcinsel vardır. Zaten toplumla bir alıp veremedikleri var. Toplumla kavgalıdırlar; ama kilit noktalarda bulunuyorlar. Yazılı veya görsel medyada çok önemli bir yere sahiptirler ve toplumla olan kavgalarını da medya üzerinden sürdürüyorlar; medya onların elinde çok büyük bir silahtır.”

Medya, Devlet Bakanı Sait Yazıcıoğlu’nun teklifine olumlu bakarsa ‘İmam nikahı geçerli ve yeterlidir’ diyen Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın makalesini ‘Bu makale tartışılır!’ başlığıyla, mal bulmuş mağribi gibi okurlarına duyurur mu? Veya Mudanya’da yapılan Mütareke’nin 85. Yıldönümü konulu sempozyumda bir profesörün ‘Ezan yabancı dil olan Arapça ile okunuyor, niye Türkçe okunmuyor?’ demesi kimseyi sevindirmez, o zaman. “İmam, cenaze namazını kıldırırken Atatürk’ün adını ağzına bile almadı” diyenlere de bir anlam veremez çünkü. Ya da Yalçın Bayer gibi köşesini şu tür yazılara bırakmaz. Seyit Tosun adlı bir vatandaşın yazısı: “Daha okulun ilk günü karşıma çıkan tablo… Okul öğrencilerinin yaptığı çalışmaların sergilendiği büyükçe bir pano baştan aşağı ‘orucun, namazın faydaları, nasıl oruç tutulur, nasıl namaz kılınır’ (…) özenli bir çalışma ile karşılaştım. (…) Yarın geç olacak. Lanet olsun!”

Okuyan da sanki hücre evi ve binlerce militandan bahsediyor sanır. İnsan, bu eleştirileri yazıp gülünç duruma düşmeden önce dinin insan için ne emrettiğine bakmaz mı?

Medya mensuplarının haber yaparken en azından bir ilmihal karıştırması karşısında haber olmaktan çıkacak başka konular da vardı kuşkusuz: ‘Piyango haram tartışması’, ‘Dinde reform olup olmayacağı’ veya ‘abdest almanın insana faydaları’, ‘Cuma namazı vaktinde çalışmak caiz değilmiş.’ başlıklı haberler mesela.

Aslında Mehmet Barlas’ın, ‘basın hürriyeti’ konusunda İsmet İnönü’nün Meclis’teki konuşmalarından derlediği yazısı (Posta, 17 Eylül) medya mensuplarının bu mealdeki haberlerine en iyi cevabı teşkil ediyor desek yeridir: “Bir cemiyetin hayatını mütemadiyen fena gösteren bir neşriyat o memlekette hiçbir hayır vücuda getirmez. (5/7/1931, TBMM’deki beyanatlarından)”

MEDYANIN O KADAR ÇOK EKSİĞİ VAR Kİ…

Zaten Erkan Mumcu da yaptığımız röportajda, ‘dinci medya’ diyerek kendini karşı tarafta konumlandıran basın ile ilgili Aksiyon’a itirafta bulunmuştu: “Diğerlerinin benim hedef kitlem üstünde ikna edici hiçbir etkisi yoktur. Onların sadece dezenformatik etkisi olur zaman zaman. Hiçbir zaman yapıcı, olumlu kanaat inşa edemezler. Onlar kimin yanında ise millet onların karşısındadır. Yani Türkiye’nin tarihi bunun delilleri ile doludur. Ben de bunu idrak edemeyecek bir adam değilim.”

Devlet Bakanı Yazıcıoğlu’nun teklifini de sorduk medya mensuplarına. Hasan Cemal, Cumhuriyet’te de yayın yönetmenliği yapmış bir isim. Buna rağmen ‘Medyanın o kadar eksiği var ki’ diye karşıladı sorumuzu ve bu işin dışında bırakılmayı talep etti.

Sabah’ın Yayın Yönetmeni Ergun Babahan ise ümitvardı: “Yeni bir yapılanma döneminde üzerinde duracağımız bir konu. Din, toplumun tüm inanç kesimleri için önemli bir konu. Burada hatayı önleyecek bir uzman gerekli düşüncesindeyim.”

“MÜSLÜMAN ASILLI” YAKLAŞIM BU MU?

Bu husustaki düşüncesi nedir diye aradığımız Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Orhan Erinç’e ulaşmamız mümkün olmadı, Serdar Turgut’un düşüncelerini de öğrenemedik. Çağdaş Gazeteciler Derneği ise hadiseye, yakışıksız ve küçümser bir şekilde yaklaşarak olayı alaya almıştı internet sitesinde.

Bütün bunları dikkate alarak ve bunlara rağmen Ertuğrul Özkök’ün 18 Ağustos 2007 tarihli Hürriyet’teki ‘Yahudi asıllı demek gerekir miydi’ başlıklı yazısından pasajlar sunuyoruz şimdi sizlere: “Dün Jak Kamhi’ye verilen ‘devlet nişanı’ haberini birinci sayfadan veren tek gazete Hürriyet’ti. (…) Ertesi sabah gazetenin birinci sayfasındaki spotları okurken bir şeye takıldım. Acaba onu tarif ederken ‘Musevi asıllı Türk işadamı’ demeli miydik? Aslına bakarsanız, bu ifade onun kimliğini tam olarak anlatıyor. Bunu açıp Yahudi cemaatinin önde gelen isimlerinden Bension Pinto’ya sordum. ‘Beni rahatsız eden bir şey yoktu. Ama bir kere de Jak Bey’e sorayım’ dedi. Daha sonra Jak Kamhi beni aradı. ‘Beni rahatsız etmez. Ama kullanmaya hiç gerek yok’ deyip devam etti. (…) Bu tartışmayı neden açtım. Çünkü yıllar önce yine aynı Bension Pinto bir haber üzerine bana telefon etmişti. Haber dolandırıcılık işine karışmış bir kişiyle ilgiliydi. O kişiyi tarif ederken, ‘Yahudi asıllı’ ifadesini kullanmıştık. Pinto bana, ‘Herhangi bir hırsızdan söz ederken, ‘Türk asıllı’ diyor musunuz? Demiyorsanız bunu neden kullanıyorsunuz’ demişti. Düşündüm, haklıydı. Sonunda o hırsız da bir Türk vatandaşıydı ve Yahudi, Ermeni veya Rum asıllı olduğu zaman onun vurgulanması gereksizdi. O günden sonra bunu yapmamaya özen gösterdik.”

Şimdi sormak gerekiyor, aynı özen Müslümanlar ve İslam’la ilgili konularda gösteriliyor mu diye. Söz yine Özkök’te: “(…) Ben, Türkiye’nin hem Yahudi, hem Ermeni, hem Rum cemaatini çok, ama çok severim. O insanlar, bazı dönemlerde etraflarını saran çok ağır baskıcı ortamlara, tarihteki büyük dramlara rağmen burada kalmayı, buraları vatan olarak yaşamayı seçmiş insanlardır. O yüzden onlara bir haksızlık yapıldığı zaman, inanın içim çok acır. Kendimden utanırım.”

Son söz: Türkiye’deki Müslümanlara yapılan haksızlıklar da Ertuğrul Özkök’ün içini acıtır mı acaba? Ve bu haksızlıklar karşısında utanan birileri de var mıdır o mahallede?

(Aksiyon)
26.01.2008
www.haber7.com

Emeğine sağlık kardeşim..emanet ehline verilmzse olacağı budur..Allah aşkın bu memlekette islam nerde öğretiliyorki..


Serbest Kürsü

MollaCami.Com