Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Yolların en kestirme olanı râbıta yoludur

Halis ECE

Yolların en kestirme olanı râbıta yoludur


Kulu Allâh’a götüren yolların içerisinde, râbıta yolundan daha yakın bir yol yoktur. Faydalanmak itibariyle mürid için, bir zorlama ve uğraşma olmadan şeyhe râbıtanın husûlü, mürid ile mürşid arasındaki münâsebetin tam olduğunun alâmetidir. İşte bu münâsebet, ifâde ve istifâde (faydalı olma ve faydalanma) sebebidir. Binâenaleyh, gâye ve maksada kavuşmada aslâ râbıta yolundan daha yakın (daha kestirme) bir yol yoktur. Bu devlet ile mes‘ûd olan (râbıta nimetiyle saâdete kavuşan) kişiye ne mutlu!..

Hâce Ahrâr (k.s.) Fıkarât isimli eserlerinde, “Faydalanmak itibariyle delîlin gölgesi, Hak sübhânehûnün zikrinden evlâdır” buyurdu. Yani mürid için delîlin gölgesi (mürşidine râbıtası) zikirle meşgul olmasından daha iyidir. Zira râbıtasız zikir, zikrolunan Zât’la (c.c.) tam bir münâsebet meydana getirmez ki, mürid, zikir yolu ile tam bir fayda temin edebilsin...(1)
***

Râbıta; tam bir muhabbetle pîr’in sûretini, istifâde ve istifâza mülâhazasıyla (faydalanma ve feyizlenme düşüncesiyle), kalben tasavvur etmektir... Şahsen görülmemiş ise, rûhâniyyetini tahayyül eylemektir.

Allah’a (c.c.) kavuşturan yolların, fenâ’dan evvel [fenâ fillah, yani Allah’ta fâni olma mertebesinden önce] en tesirli ve en faydalı olanı budur. Bu nisbet; muktedî ile muktedâ arasında şiddetli münâsebeti, muktedâ’daki ulûm ve maârifin cezbini, a‘zamî istifâde ve istifâzayı îcap ettirir. [Yani bu bağlılık, tâbi olan kişi ile kendisine uyulan zât yani mürid ile mürşid arasında çok kuvvetli bir alâkayı, mürşiddeki ilim ve ma‘rifetleri letâifine çekmeyi, ondan en üst derecede faydalanmayı ve feyizlenmeyi gerektirir, bütün bunlara vesîle olur.] Onun için, “Râbıta yolu, yolların en yakını” denilmiştir.(2)
***

Râbıtada kalbe feyz gelmesinin zâhirî alâmet ve bedenî emâreleri şunlardır:

√ Kalbden vücûda bir sıcaklık dağılır.

√ Ciltte bir yumuşaklık meydana gelir.

√ Râbıtadan sonra insanın üzerinde bir ferahlık olur.

√ Ağzında bir tat husûle gelir.

√ Râbıtaya oturduğu zaman râbıtadan ayrılmak istemez.

√ Ağlamadığı halde gözlerinden sıcak ve tatlı bir yaş gelir.

***
Yukarıda anlatıldığı usûl üzere râbıta-i şerifeye devam eden sâlik; kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, nefs-i nâtıka ve nefs-i külllî mertebelerine ulaşır.
***

RÂBITADA FÜTÛR

Râbıta nisbetinin fütûruna sebep olan, yani mânevî zayıflık-gevşeklik ve feyz alamamaya yol açan hususlar, tâatle iltizâza (ibâdetlerden zevk ve lezzet alabilmeye) da mânidir.

Fütûrun sebebi, bazan mânevî kabız hâlidir; bazan ise -az da olsa- zellelerin irtikâbı (ufak-tefek hata ve yanlışların işlenmesi, mânevî bakımdan sürçmelerin, kaymaların olması) sebebiyle meydana gelen küdûrât (bulanıklık)tır.

Birinci sebep, yani kabız hâli kötü değildir... Hatta bu, tarîkat sülûkünde lüzumlu ve gerekli olan hâllerdendir.

İkincisinin ârız olmasında (meydana gelmesinde) ise, bundan kurtulmak için; Allah sübhânehûnün keremi ile, küdûrâtın eseri kalkıncaya kadar tevbe ve istiğfâra devam etmek lâzımdır. Küdûrâtla kabız arasını ayırdetmek de, dikkatli nazar yani hassas ve itinalı bir görüş ister. Onun için, her zaman ve her vaziyette tevbe faydalıdır.(3)

Nakşibendî yolu büyüklerine göre bu mânevî kabız hâli, yağmurun ardından havanın açıp bitkilerin güneşten istifâde etmesi gibidir. Zira devamlı yağan bir yağmur, bitkiyi çamura boğar, fayda yerine zarar verir, çürütür. O bakımdan havanın bazan da açması gerekir.

Ancak bu mânevî tıkanıklık hâlinin de, on güne kadar olan süresi normal kabul edilmiş; şayet on günü aşacak olursa, mutlaka tevbe ve istiğfâr ile, hususiyle de fiilî istiğfar olan tesbih namazıyla bu sıkıntıdan kurtulmaya gayret edilmesi tavsiye edilmiştir.
***

RÂBITA NİSBETİNİN DEVAMLI OLUŞU

Bu hususu İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri, yazdıkları bir mektupta şöyle izah ediyorlar:

Hâce Muhammed Eşref, râbıta nisbetinin devamlı oluşundan bahsediyor ve diyor ki: “Râbıta nisbeti, beni o kadar istilâ etti ki; namazda onu kendimin mescûdü görüyorum. Onu bertaraf etmek istesem de, aslâ mümkün olmuyor!

Ey muhib!(4) Şüphesiz bu devlet (bu çok büyük nimet), tâliblerin temennî ettikleri bir devlettir. Bu da ancak, binde bir kişiye nasîb olur... Bu muâmelenin sahibinin ise, tam bir münâsebete (mânevî bağlılığa, râbıtaya) istîdâdı vardır... Ve muhtemeldir ki, kendisine iktidâ edilen zâtın yani şeyhinin az bir sohbetiyle, onun bütün kemâlâtını cezbedebilir (kendi letâifine çekebilir).

Muhakkak ki râbıta hâli, mescûdün leh değil mescûdün ileyhdir...(5) Binâenaleyh (ibâdet ve tâatler için birer vesîle olan) mihrabları ve mescidleri reddetmediğin halde, (Allâh’a vuslata vesîle olan) râbıtayı nasıl nefyeder, ondan kurtulmaya çalışırsın?!

Bu devletin zuhûru ise, ancak saîdler zümresine müyesser olur... Tâ ki râbıta sâhibi, bütün hâllerde vâsıtasını-mürşidini bilsin ve her vakit ona müteveccih olsun, yani ona yönelip ma’nen onunla birlikte bulunsun.
Bu saâdet, öyle bir devletten nasîbi olmayanlara ve kendilerini bundan müstağnî addederek (buna ihtiyaç duymayarak) teveccüh kıblelerini (yönlerini, istikametlerini) şeyhlerinden başka taraflara çevirip amellerini zâyi edenlere (yaptıklarının ecrini kaybedenlere) nasib olmaz!(6)


DİPNOTLAR
(1) Şemseddin Nûrî, Miftâhu’l-Kulûb. s, 6.
(2) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 187
(3) Salâhuddîn İbn-i Mevlânâ Sirâcüddîn (k.s). Mektuplar ve bazı mesail-i Mühimme, s. 65.
(4) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 3, 107.
(5) Muhib; âşık, seven, dost mânâsınadır. Tasavvufta, tarîkate ilk giren, yeni mürid olan demektir. Muhibbin derecesi yükselince derviş olur.
(6) “Mescûd” secde edilmiş, kendisine kulluk edilmiş mânâsınadır. Mescûdün leh, kendisine secde edilmiş olan; hakikat-i Ka‘be, Allah (c.c.)... Mescûdün ileyh, kendisine doğru secde edilen; sûret-i Ka‘be, kıble demektir ki; ilki gâye ve maksat, ikincisi ise vesîle ve vâsıtadır. Kezâ tasavvufta râbıta da gâye değil, Allâh’ın nûrunu letâifimize çekebilmek için bir vâsıtadır, vesîledir.

Sevgili Halis Bey;

Allah (c.c.) razı olsun, çok faydalı bir paylaşım.. Benim için yazının bu kısmı çok değerli oldu;

"Hâce Ahrâr (k.s.) Fıkarât isimli eserlerinde, “Faydalanmak itibariyle delîlin gölgesi, Hak sübhânehûnün zikrinden evlâdır” buyurdu. Yani mürid için delîlin gölgesi (mürşidine râbıtası) zikirle meşgul olmasından daha iyidir. Zira râbıtasız zikir, zikrolunan Zât’la (c.c.) tam bir münâsebet meydana getirmez ki, mürid, zikir yolu ile tam bir fayda temin edebilsin...(1)"

Mürşit adeta kapı gibi; kapıyı çalmadan yapılan zikir Allah ile tam münâsebeti sağlamıyor..

Benim ise özel bir sorum olacak; üzerimde ağırlık hissetmemin ya da bitkinlik-yorgunluk hissetmemin sebebi nedir? Bazen seccade de uyumak istiyorum?!

Bu hâl zararlı mıdır? Ne tavsiye edersiniz?

Değerli Kardeşim;

Anlattıkların, şayet uykusuzluk ve bedenen yeterince dinlenememe gibi fizki bir düzensizlik ve dengesizlikten kaynaklanmıyorsa, mânevi fütûrla alakalı bir durumdur. Onu da yukarıda "RÂBITADA FÜTÛR" ara başlığı altında, İmam-ı Rabbani hazretlerinden ve Sahib-i zaman'dan (k.esrarahüma) naklen açıklamaya-anlatmaya çalıştık.

Hatırlatma babında kısaca ifade etmemiz gerekirse; bu hâl, ya normal bir kabz u bast halidir, ya da hata ve kusurlarımızdan kaynaklanmaktadır. Her iki durumda da neticesi; ibadetlerden zevk ve lezzet alamama şeklinde tezahür eder.

Kabız hâli kötü değildir, bunda korkulacak, endişe edilecek, telaşa kapılacak bir durum yoktur... Çünkü bu hâl, manevi seyr u sülûkde olması, yaşanması gereken hâllerdendir.

Öbür duruma yani hata-kusur ve günahlarımızdan kaynaklanan vaziyete gelince... Bu gibi sıkıntılı hallerden kurtulmak, manevi sıhhate kavuşabilmek için, Allah Teâlâ'nın lutuf ve inayeti ile üzerimizdeki o ağrlığın eseri kaybolup tamamen feraha çıkıncaya kadar tevbe ve istiğfâra devam etmek gerekir.

Bu sıkıntının günahlardan mı, yoksa normal kabızdan mı kaynaklandığını ayırdetmek ise, her babayiğidin harcı değildir. Ancak şu kadarının bilinmesi bizim için yeterli olabilir; kabızdan kaynaklanan sıkıntı, 10 günü aşmaz, aşarsa sıkıntının günahlardan kaynaklandığı tebarüz etmiş olur. Bununla birlikte kişi, her hâlükârda tevbe ve istiğfarı ihmal etmemeli, hatta bunlara fiili istiğfar olan tesbih namazını da eklemelidir.

Gene yukarıda da belirttiğimiz gibi, Nakşibendî ricaline (k.esrarahüm) göre mânevî kabız hâli zararlı değildir. Bu durum, yağmurun ardından havanın açıp bitkilerin güneşten istifâde etmesi gibidir. Sürekli yağan yağmur, tarlayı çamura boğar, bitkiyi çürütür; dolayısiyle fayda yerine zarar verir. Bu sebeple havanın bazan da açması gerekir.

Rabbim feyzimizde nurumuzda daim eylesin, her türlü manevi tıkanıklıklardan halâs buyurup zâhiri ve bâtıni hastalıklarımızı şifayâb eylesin.

İlgine teşekkür eder, bilgini rica ederim.

Bilvesile selamlar...

Sevgili Halis Bey açıklamanızı paylaşımınızda da okumuştum, evet söylediğiniz gibi uykusuzluk ve bedenen yeterince dinlenememe gibi fiziki bir düzensizlik ve dengesizlikten kaynaklanan bir durum değil!..
Secdeye vardığımda kalkamayacak gibi hissediyorum.Bu ağırlığı tarif edemiyorum..
Ama üzerinde durduğunuz gibi her iki hâlde de tevbe ve istiğfarı çoğaltmak en etkili çözüm olsa gerek..
Bu paylaşımdan çok istifade ettiğime inanıyorum Allah razı olsun..
Duanıza yürekten âmin diyorum...


Saygı ve selamlar..

SİZDEN;


.................... BİNLER DEFA ÖZÜR DİLİYORUM...............
HALİSECE ABİMİZ.................

Yolcu kardeşim;

Biz şeyhimizin elinin üstünde peygamberimizin (s.a.v.) eli var diye kabul ederiz.. Yolumuz nübüvvet yoludur. Bahsi geçen ölüm rabıtası ile birlikte mürşidimizi de rabıta ederiz..

"Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor. Belki, âkıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. "

Bu sözlerinizi açıklamanızı rica edeceğim zira tam olarak anlayamadım?

BİNLER DEFA ÖZÜR................

Yolcu nick’li üyemizle Kurb-i Nübüvvet Yolu’nun büyükleri (k.esrarahüm) olan Ricâlullah arasında geçen diyalog:


Yolcu: “Tasavvuf ehlinin seyri süluklerinde esas kabul ettikleri rabıta, kulu Allah'a götüren yolların en kestirmesi değildir. Tasavvuf berzahına girmeden; doğrudan doğruya hakikate vasıl olan pek çoktur ve bu yol daha kestirmedir ve daha selametlidir.”

Ricâlullah: Kulu Allâh’a götüren-kavuşturan yollar içerisinde, râbıta yolundan daha yakın, daha kestirme bir yol yoktur. Çünkü rabıta, bir anda âlem-i halk’tan âlem-i emr’e irtibattır. Zaman ve mekân mefhumunun bahis mevzuu olmadığı âlemlere urûçtur. O bakımdan faydalanmak, tefeyyüz etmek itibariyle mürid için, bir zorlama ve uğraşma olmadan şeyhe râbıtanın husûlü, mürid ile mürşid arasındaki münâsebetin tam olduğunun alâmetidir. İşte bu nisbet/münâsebet, ifâde ve istifâde/faydalı olma ve faydalanma sebebidir. Bu itibarla gâyeye ulaşmada, maksada kavuşmada aslâ râbıta yolundan daha yakın, daha kestirme bir yol mevcut değildir. Bu devlet ile mes‘ûd olan, râbıta nimetiyle saâdete kavuşan kişiye ne mutlu!..

Acaba hangi kul-kulcağızdır ki bilmediği-görmediği, kendisini hangi tehlikelerin beklediğinden bî-haber, rehberden-kılavuz kaptandan da mahrum olarak çıktığı yolda ne kadar emniyettedir..? Sahil-i selamete, hedefine sağ-salim ulaşıp kavuşabileceğinden ne derece emin olabilir?! Ana yol varken onu bırakıp, hangi patika yollardan, ucunun nereye çıkacağı meçhul sokaklardan gidilerek doğru adrese ulaşılabilir? Ulaşıldığını iddia ettiğine göre ey Yolcu, ekallü kalîl (azın azı) olan istisnaların dışında ilâ yevminâ hâzâ, kaç kişi bu yolla velâyetin bırakın ulyâsını, kübrâsına vasıl olabilmiştir? Müstesnalar ise umumi kaideyi bozmaz.

Bilinmedik-görülmedik bir güzergâhın, bilinen ve kılavuzları da bulunan dosdoğru yoldan daha kestirme ve selametli olduğunu iddia etmek akıl kârı mıdır?

Yolcu: Rasul-i Ekrem(asm)'ın sahabeleri, bir sohbet-i nebevi ile hakikate ulaşmışlardır.Veraset-i nübüvvet yoluyla pek çok asfiya tasavvuf berzahına girmeden doğrudan doğruya hakikate kısa bir zamanda ulaşmışlardır.

Ricâlullah: Burada da gene bazı şeyleri birbirine karıştırmışsın. Esas itibariyle mü'mini, Cenâb-ı Hak ve tekaddes ve teâlâ'ya kavuşturan yollar esas itibariyle ikidir:


1. Kürb-i nübüvvete taalluk eden yol (erbâbı üzerine salât ve selâm olsun).

Bu yol zâtî ve aslîdir; aslın aslına ulaştırır, kavuşturur. Asâleten bu yoldan ulaşanlar; peygamberler (aleyhimüsselâm) ve onların ashâbıdır. Kezâ, ümmetin büyük evliyâsından, kendisi için murâd edilen diğerleri de –her ne kadar bunlar az, hatta azın azı iseler de– bu devletle şereflenirler.

Bu yolda tavassut ve hâil, yani vâsıta olma-araya girme durumu yoktur. Bu vâsılînden yani bu yolla Hakk'a erenlerden feyz alanlar, hiç kimsenin tavassutu olmadan asıldan alırlar... Biri diğerine hâil de olmaz. Nitekim Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) sohbeti neticesinde ashâb-ı kirâma müyesser olan yakınlık, işte bu nübüvvet yakınlığıdır, tebaiyet ve verâset yolu ile hâsıl olmuştur. İsa aleyhisselâm kıyâmete yakın yeryüzüne indiğinde ve va'dolunan Mehdî aleyhirrıdvân geldiğinde, onlar da bu yoldan vâsıl olacaklardır. Bu yakınlıkta ne “fenâ” vardır, ne “beka”; ne “cezbe” vardır, ne de “sülûk”...

İşte bu yakınlık, velâyet yakınlığından daha faziletli ve birçok mertebelerle ondan daha yücedir. Zira bu yakınlık asıldır; asla yakın olmaktır, zılle değil. Velâyet yakınlığı ise, gölge yakınlığıdır. İkisi arasında çok büyük fark vardır; lâkin herkesin idrâki, bu ma'rifetin zevkini anlayamaz. Bu ma'rifeti anlayıp kavrayamama noktasında, havâs zümresi bile avâm sınıfı ile neredeyse müsavidir.

Ancak, nübüvvet kemâlâtının zirvesine çıkış velâyet yolundan olursa, o zaman fenâ ve bekâ, cezbe ve sülûk gerekli olur. Zira bunlar, o yakınlığın başlangıcı ve hazırlığıdır. Bu kemâlât aşılıp, tecelliyat da husûle geldikten sonra nübüvvet kemâlâtına ayak basılır.
Fakat seyir bu yoldan olmaz da, nübüvvet yakınlığı için sultânî yol tercih edilirse; işte o zaman fenâ, bekâ, cezbe ve sülûke ihtiyaç olmaz. Ashâb-ı kirâmın seyri de, sultânî olan nübüvvet yakınlığı yolundan olmuştur. Bu bakımdan onların cezbeye, sülûke, fenâya ve bekâya ihtiyaçları yoktur. İşte burada anlatmaya çalıştığımız “kurb-i nübüvvet”, bu kurbiyyettir, yakınlıktır.

Nübüvvet kemâlâtının hâsıl olması, tamamiyle İlâhi mevhibeye bağlanmış, büsbütün İlâhî bir ikrâma bırakılmıştır. Bunda zorlamanın, çalışmanın bir tesiri yoktur; bu büyük devlet, hiçbir çalışma ve amelin neticesinde elde edilebilecek bir nimet değildir. Keza, hiçbir riyâzat ve mücâhede de bu güzel nimetin netice ve meyvelerini vermez, veremez.

Velâyet kemâlâtı böyle değildir; onun başlangıcı çalışmaya, gayret edip emek vermeye bağlıdır. Hâsıl olması da riyâzat ve mücâhedeye kalmıştır. Her ne kadar bazı şahısların, bir çalışma olmadan, sâlih bir amele başlayıp girişmeden bu devletle şereflenmeleri câiz ise de, velâyet kendisinden ibâret olan fenâ ve bekâ dahi, bir mevhibe-i İlâhiyedir... Bu nimete ermek kimlere murâd edilmişse, ancak onlar gayret ve çalışmalarının neticesinde, Allah Teâlâ’nın ihsan ve inâyetiyle onunla müşerref olur.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri risâlelerinde ve bazı mektuplarında şöyle yazmıştır: “Benim muâmelem sülûkün, cezbenin, zuhûrâtın, tecelliyâtın da ötesinde olmaktadır.’ Bununla anlatmak istediğim, işte bu yakınlıktır; yani nübüvvet yakınlığı... Ben Hazret-i Şeyhimizle (k.s.) beraber olduğum sırada, zuhûrât olarak bu devleti elde ettim. (...) ‘Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allâh'a hamdolsun! Allah bize hidâyet etmeseydi, biz kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olamazdık. Rabb”imizin resûlleri Hakk'ı getirdi.”( el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 3, 107)

2. Kurb-i velâyete taalluk eden yol.

Aktâb, evtâd, büdelâ, nücebâ ve Allah Teâlâ'nın bilumum velî kulları bu yoldan vâsıl olurlar, Hakk'a ererler, kavuşurlar... “Sülûk tarîkı” da bu yoldan ibarettir... Hatta bilinen “cezbe” de bu yola dâhildir... Bu yolda, “kurb-i nübüvvet”in aksine tavassut ve hâil vardır...

Kurb-i velâyet yolundan Hakk'a vâsıl olanların muktedâsı (kendisine uydukları), reîsleri, o büyüklerin feyiz kaynağı Hz. Aliyyü'l-Murtezâ kerramellâhü teâlâ vechehü'l-kerîm'dir. Bu şânı, şerefi, keyfiyeti büyük makam ve mevki ona bağlıdır. Bu makamda, Nebî sallallâhü aleyhi vesellem'in mübârek ayakları, âdeta Ali kerramellâhü vechehû'nün başı üzerinde gibidir. Hazret-i Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r. anhüm) de, bu makamda onunla ortaktırlar.

Öyle zannediyorum ki; Hz. Ali (k.v.), maddî hayatın meydana gelmesinden evvel bu –kendisine müracaat olunacak ve sığınılacak– yüce makamın sahibi idi. Nitekim maddî hayatın başlamasından sonra da bu yoldan her kime bir feyz ve hidâyet ulaştı ise, onun vâsıtasıyla ulaşmıştır. Zira o, bu yolun son noktasındadır ve bu makamın merkezi ona bağlıdır.

Ne zamanki onun devri tamamlandı; şeref ve itibarı, rütbe ve derecesi çok büyük olan bu makamı, sırasiyle oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e (r.anhümâ) teslim etti. O ikisinden sonra da, tertip üzere ve düzenli bir şekilde on iki imamdan her birine geçti. Bu büyüklerin yaşadığı asırlarda, hatta ebedî âleme irtihallerinden sonra da, (velâyet yolundan) her kime bir feyz ve hidâyet ulaştıysa, –ister vaktin nücebâsından, isterse kutublardan olsun– bunların vâsıtası ve araya girmeleri ile ulaştı. Kurb-i velâyet yolundan vâsıl olmak isteyenlerin hepsinin sahibi ve sığınağı bu büyüklerdir. (Merkez onlardır), etrafın da mutlaka merkeze katılması gerekir. (Bu yolda merkez), nöbet sırası Şeyh Abdülkadir Geylânî'ye (k.s.) gelinceye kadar onlar idi. Sıra Abdülkadir Geylânî hazretlerine gelince de bu makam ona bırakıldı. Bu merkez üzerinde, anlatılan imamlarla Şeyh Abdülkadir Geylânî (k.s.) arasında ise hiç kimse görülmemektedir.

Anlaşılan odur ki; kutublardan olsun, nücebâdan olsun, her kime bu yoldan feyizler ve bereketler ulaşmışsa, onun şerefli ve mübârek tavassutu ile olmuştur. Çünkü bu merkez, ondan başkasına müyesser olmadı. Bundan dolayı o, şöyle demiştir: “Evvelkilerin güneşleri battı; bizim güneşimiz batmaz, ufuk-ı a”lâ'da ebedîdir.” Burada “güneş” tâbirinden murad, hidâyet ve irşad feyizlerinin güneşidir. “Battı” ifadesiyle açıklanmak isetenen ise, anlatılan feyzin olmayışı, bereketin gelmeyişidir.

İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri bu açıklamalardan sonra ise, yaşadığı devirde, Abdülkadir Geylânî (k.s.) hazretlerine vekâleten –kurb-i velâyetle alâkalı– o vazifeyi de kendilerinin devam ettirdiklerini beyan ederek sözlerini şöyle sürdürüyorlar:

Şunun da bilinmesi gerekir ki; bir şahsın kurb-i velâyet yolundan kurb-i nübüvvet yoluna ulaşması doğrudur, mümkündür. Bu vaziyette o kişinin, her iki muâmeleye de ortaklığı olur. Peygamberlere (aleyhimüssalâtü veselâm) tetaffulü (peykliği-uyduluğu, onların câzibesi etrafında bulunması) dolayısiyle, kendisine orada bir yer, bir mevki verilir. Bu durumda her iki yolun muâmelesi de ona bağlı olur.

Şiir meali: “Âlemi bir şahışta toplamanın, Allâh'a bir zorluğu yoktur.”

Nitekim İmâm Câfer-i Sâdık'ta (r.a.) bu iki yol birleşmiştir. Zira onun, bir yandan Hz. Ebû Bekir'e (r.a.), diğer taraftan da Hz. Ali'ye (k.v.) nisbeti (bağlılığı) vardır. Bu iki nisbetten gelen kemâlât (mânevî bakımdan tam ve eksiksiz olma durumu) onda bir bütün hâlindedir. Onlar, İmâm Câfer-i Sâdık hazretlerinde birleşmesine rağmen, her biri tek başına ve birbirinden ayrıdır. Binâenaleyh bir tâife ondan Hz. Sıddîk'a bağlılığı dolayısıyla, Sıddîkıyet nisbeti aldı; bir başka cemaat ise, Hz. Ali'ye bağlılığı dolayısıyla, Aleviyet nisbeti aldı...

Bunda şaşılacak bir vaziyet de yoktur. (Farklı) mahal hususiyetleri, nisbetin bir olmasına rağmen, hâli üzere kalır. Meselâ, Hindistan'ın Benâris beldesindeki Künk ırmağı ile Çemen ırmağı aynı yerde toplanmasına rağmen, suları birbirine karışmıyor... Böylece Künk ırmağı tarafında olanlar onun suyundan, Çemen ırmağı tarafında olanlar da Çemen'in suyundan içiyorlar. Mahallin müteaddit olması dolayısıyla, aynı suya ayrı ayrı hususiyetler gelir. Bu itibarla her iki yolun hususiyetleri göz önüne alınarak, kendilerine, ayrı ayrı yollardan intisâb etmek câiz olur.( el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 313. 3, 122)

Yolcu: Silsile-i Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.), Mektubat’ında demiş ki: "Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."
Hem demiş ki: "Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır." (Risale-i Nur,Mektubat,5.Mektub) Adı geçen eserin devamında ise;Öyleyse, tarik-i Nakşînin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. diye ifade edilmektedir.


Ricâlullah: Evet bütün yolların nihai noktası, gaye-i aksâsı odur… Onu idrâk ise, öyle birkaç kelime ve kavramı tekrarlamaktan, felsefi terimler üretmekten ibaret değildir. Kısacası o zirve, kaal ile değil hâl ile alakalıdır. Oraya, yukarıda belirttiğimiz gibi, ya kurb-i nübüvvet ya da kurb-i velayet yoluyla ulaşılabilir… Başkaca bir çıkış ve ulaşım kabil değildir. Yan yollarla, çıkmaz sokaklarla, ucunun nereye varacağı belli olmayan patikalarla nihai hedefe ulaşmak-kavuşmaksa muhaldir!..

Evet ikinci bin yılın müceddidinin tasnifiyle velayet üç kısımdır:

1) Velâyet-i suğrâ,

2) Velâyet-i Kübrâ,

3) Velâyet-i ulyâ…

Ancak nübüvvet yolu demek, tasavvufu bypas etmek değildir. Biraz önce açıkladığımız için tekrarına gerek yok. Ne olduğunu hatırlaman için geriye dönüp tekrar bakabilirsin.

Tarîk-ı Nakşî’de perdeye ihtiyaç yok; zira bu yol, nübüvvet yoludur, velâyet yolu değil. Hakaik-ı imaniyeye hizmet için, öncelikle onu lataif-i hakikiyyeye nakşetmek gerek. Bunu yapmadan öbüründen söz etmenin anlamı olmaz.

İmam-ı Rabbâni hazretlerinin ne zaman nereye sülûk ettiğini tesbit edebilmek içinse, ya onunla birlikte aynı yolun yolcusu, ya da en azından oralara/oralara yakın yerlerde seyreden birileri olmak lazım gelir. Şairin dediği gibi,

İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez
Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez

Bu iş; bir nevi yüksek matematik uzmanı bir prof.’u, matematikten sadece a’mal-i erbaayı/dört işlemi bilen birisinin tartması/değerlendirmesi gibi garip bir manzara arz eder!

Yolcu: Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarîkler pekçoktur. Bütün hak tarîkler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umûmiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kâsır fehmimle Kur’ân’dan istifâde ettiğim, acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır.
Evet, acz dahi aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbûbiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsÂl eder. Hem, şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsÂl eder. Hem, tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin ve daha parlak bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsÂl eder. Şu tarîk, hafì tarîkler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriye gibi nüfûs-u seb’ a, yedi mertebeye atılan adımlar değil, belki "dört hatve"den ibârettir. Tarîkatten ziyâde hakîkattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir; yoksá, onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa tarîkın evrâdı ittibâ-ı sünnettir, ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır.


Ricâlullah: Evet, vuslat-ı ilallaha vesile olan yollar temelde iki olmakla birlikte, fürûatta mahlûkatın adedince çoktur. İmam Birgivi hazretleri ve birçok evliyaullah bunu ilmiyle-mantığıyla, aklıyla-fikriyle, zikriyle-irfanıyla böyle tesbit etmişlerdir. Sünnî tariklerin hepsinin de müstenidatı elbette ki Kur’an-ı Kerim’dir, bunun yanında -bütün şubeleriyle- Rasûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.) Sünnet-i seniyyeleridir, o yüce Rasûl’ün zâhir ve bâtınına bihakkın-bitamamihâ ve bikemâlihâ vâris olan mürşid-i kâmil ü mükemmillerin gösterdikleri usûl ve âdaptır.

Ta’dat edilen diğer mefhumları tekrarlamaya gerek yok. Ancak anlatılan neticeleri almanın, o meyveleri devşirmenin en emin, en kolay ve en kestirme yolu da, kâmil ve mükemmil bir zat-ı şerife teslim-i küllî ile teslim olup rabıta-i muhabbetle merbut olmaya bağlıdır.

Bu yolun mensuplarının yaptıkları; öyle denildiği gibi sadece sünnetlere uymak, farzları eda, büyük günahlardan kaçınmak, namazda ta’dil-i erkâna riayet ve namazların sonundaki bilinen tesbihleri çekmekten ibaret değildir.

En büyük meziyetleri; sünnetlere ittibanın yanında bid’atlerden de son derece içtinap ederler. Farzların meyanında revatıp ve gayr-i revatıp bütün nafilelere riayetkârdırlar. Günahın büyüğünden de küçüğünden de, gizlisinden de âşikârından da kısacası her türlüsünden şiddetle hazer ederler… Haramlardan kaçındıkları gibi, mekruhlardan hatta şüphelilerden de uzak dururlar. Ta’dil-i erkân ve bililen tesbihatın yanında daha pekçok erkâna riayetle tesbih-tahmid-tehlil-tekbir vs. ezkâra da devam ederler. Kur’an hatimleri başta olmak üzere, İhlâs, istiğfar, salavât ve enbiya hatimlerini ihmal etmezler. Okuması gerekenler, okunması icap eden günlerde mutlaka Evrâd-ı Fethiye ve Bahîyye’yi okurlar… ve bunlar sadece –tabir caizse- aysbergi’in görünen ve bilinen kısımlarıdır. Ama maalesef bunları bile bilmeyenler de varmış demek! Peki, hakiki bir mürşide-kılavuza-rehbere bağlı bulunmayan bir insan, münferiden şeytanın, hannâsın ve nefs-i emmârenin tasallut ve tekâsülünden nasıl kurtulup da bunları yapabilir? Bırakınız işin manevi yönünü, aklınız-mantığınız buna müsbet cevap verebilir mi?

Yolcu: Rabıtanın, bir türü olan rabıta-ı mevtin ise;tasavvuf ehli gibi değil de; hakikat mesleğindekidaha kestirme yolu şöyle izah edilmiştir:
İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur’ân-ı Hakîmin -1- gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip, düşüne düşüne, nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup, uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu rabıtanın fevâidi pek çoktur. Hadiste -2- (ev kemâ kàl) yani, "Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz" diye bu rabıtayı ders veriyor.
Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor. Belki, âkıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır.
Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.


Ricâlullah: Öncelikle rabıta nedir? Onu etraflıca bir görmemiz-bilmemiz lazım. Onun için de, lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:
http://www.mollacami.com/konu/islam-da-rabita-nedir-ne-degildir-9905.html
http://www.mollacami.com/konu/tasavvufta-rabitanin-salike-luzumu-tesiri-9901.html

Evet, rabıtanın kısımları vardır:

a) Rabıt-i telebbüs,

b) rabıta-i muhabbet,

c) rabıta-i kalbiye gibi…

Rabıta-i mevtten kastınız da zannederim “tezekkür-i bi’l-mevt" olsa gerek… Tabii ki o da olabilir, o usûlle de pekçok fayda elde edilebilir. Ama gene umumi manada bir mürşide ihtiyaçtan müstağni olamazsınız, müstesnalarsa kaideyi bozmaz. Bir de şunu unutmamak lazım; “şeriat” olmadan nasıl “tarikat” olmaz-olamazsa, bu ikisi tahakkuk etmeden de “hakikat”ten söz edilemez… Üçü birlikte sahih ve salim bir şekilde temin edilmeden de “marifet” hasıl olmaz. Bunlar birbirlerinin lâzım-ı gayr-i müfarıkı (olmazsa olmazları) gibidirler; bir binanın temeli, birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü katı misâli… Temel olmadan nasıl katlardan bahsedilemezse, bir önceki kat olmadan da bir sonraki kattan söz edilemez… Çünkü katlar boşlukta durmaz; tabiat boşluk kabul etmez.

Mânevi seyahatte en kestirme yol olan rabıta-i şerifenin temeli tefekkürdür, sonrası tezekkür… Bunu felsefi alandaki manasında istimal ile “hayal” diye basite irca, -en hafif tabiriyle- tasavvuftan bîhaber olduğunu ortaya koymaktır… Kaal anlamında demiyorum, hâl manasında.

Yolcu: İkinci sebep, iman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemeât ile bir nevi huzur kazanıp, Hâlık-ı Rahîmin hazır, nâzır olduğunu düşünüp, Ondan başkasının teveccühünü aramayarak,

Ricâlullah: Tahkîki imana ilimle değil ihlâsla kavuşulur. İhlâs da daha ziyade zâhir-i şeraitle değil bâtın-ı şerîatla hâsıl olur. Marifetullaha giden yol şeriat, tarikat, hakikat ve marifet menzillerinden geçer… Rabıta, imam-ı Rabbani hazretlerinin ifadesiyle ve meşgul olanların bizzat yaşamasıyla sabittir ki, bizatihi huzurun ta kendisidir. Rabıta= Huzur demektir. Ve müridin mürşidi vasıtasiyle yaptığı rabıta, aslen Cenab-ı Hakk’a râci ve müntehidir. Her an her yerde hâzır ve nâzır olan Rabbinin huzurundadır rabıtadaki mürid. Mürşidi tarafından da her daim korunup kollanmaktadır… Nefs-i emmârenin de yegâne ilacı rabıtadır… Mâsivayı unutup hakiki manada zikr-i kalbiye geçebilmek ancak onunla mümkündür. Bütün bunları da tadan ve yaşayan İLM-İ HÂL sahipleri bilir.

Yolcu: ''Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.
Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım. ''
Şeklindeki izahatı ile;kırk günden tut,ta kırk seneye kadar bir seyrü
süluku(tasavvuftaki rabıta yolu) kırk dakikada(sırrı veraseti nübüvvet yolu) o hakaika çıkacak bir yol bulmuştur.
Cenab-ı Hak,cümlemize nasib eylesin...........


Ricâlullah: Bahse mevzu ettiğiniz kırk gün, kırk sene gibi zamanlar ve kullandığınız seyr u sülûk tabirleri kurb-i velayet yoluyla alakalı hususlar. Kurb-i nübüvet yolunun büyükleri, kişinin istidadına göre bırakın kırk günü kırk dakikayı, ân-ı vahidede nice menzilleri –ki bunları akılla mantıkla kavrayıp anlatmak imkansız- geçirip nice makamlara ulaştırırlar. Bu gibi hallerin Tarîk-ı Nakşî’de sözü bile olmaz.

Ayrıca ilmî ve teknik bir hatanı da düzeltmemiz gerekiyor; seyr u sülûk, tasavvufta rabıta yolu demek değildir. Ne olduğunu ise araştırıp bulabilirsin bizim diğer makalelerde...
***

Hasılı; hâl böyleyken, her şey ortada ve gün gibi âşikârken gayeye-maksada vusûlde, anlatılanlardan çok daha kısa ve kestirme yol bulduğunu söyleyenlere de, yolunuz ve bulduklarınız mübarek olsun, selametle… demekten öte ne diyebiliriz.

Rabbim; birbirine kıl kadar zıt ve aykırı olmayan, sadece şeriatın mütemim ve mükemmil cüzleri olan tarikat-hakikat ve marifet sahalarından mahrum kılmasın. Başta Habib-i Edib’i olmak üzere sair sevgililerinin yüzü suyu hürmetine son nefesimiz dahil iman-ı kâmilden ayırmasın.

es-Selâmu alâ meni’t-tebea’l-hüdâ…

BİNLER DEFA ÖZÜR..............

Sevgili ve çok değerli kardeşlerim öncelikle halisece kardeşime gönülden Allah razı olsun diyorum. İnanın insan rabıta anında kendini bambaşka hissetmekle kalmıyor adeta dünyadan kopuyor ancak bazen insanın nefsi malum rahat durmadığı için Dünyalık fitneleri aklımıza getiriyoruz. Allah affeylesin inş.

Yolcu kardeşim kimse kimseyi kardeşlikten silmez MÜSLÜMANLAR KARDEŞTİR. Ancak "Mürşidi olmıyanın mürşidi şeytandır" (H.Ş) bu Hadisi Fazilet Takvim yapraklarından birinden okumuştum bu nedenle kaynağını hatırlıyamıyorum maalesef.

Bir zamnların Alimi olan Said Nursi ;bunu o zamanın ehli tasavvufuna ders verdi ve bir kısmı bunu kabul ile daha kısa ve daha selametli olan hakikat mesleğine girdiler.Bir kısmı ise;maalesef enaniyet-i ilmiye ile bunu kabul etmediler.O zamandan bugüne,hakiki ehli tasavvuf erbabı tam anlaşılamadı ve onların yolları tatbik edilemedi.Tasavvuf erbabını bidalar istila etti.Risale-i Nurun hakikat mesleği ise;saffı evvel talebeleri hariç hakkı ile anlaşılamadı.O dairede de bidalar almış başını gidiyor...Hangi meslek ve meşrebten olursa olsun umum müslümanların hakikat mesleğinin bu zamanda bir yorumu olan ve Kur'anın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur eserlerine sahib çıkmaları elzemdir. demişsiniz. Ancak şunu belirteyim size Risalei Nur kitabı Kuranı Kerimin hakiki tevsiri ibaresini kullanmanız pek hoş olmaz. Hakikilik mevzusu tartışmaya açıktır; ancak bu ortamda tartışma ortamı değildir. Halisece kardeşim zaten güzel bir açıklamada bulunmuşlar Allah razı olsun İnşallah.

hakkınızı helal ediniz selam ve dua ile




"Mü'min, kulluk elbisesi günahlarla yıprandığında, onu tövbe iğnesiyle yamayandır. Talihli kişi, tövbesi üzerine ölendir."(H.Ş)

BİNLER DEFA ÖZÜR...........

Tartışılacak bir mevzu olduğu konusunda ısrar ediyorum. Bu sitede uygun kaçmaz . Bu konuda çok derin ve işin ehli olan kimseler varken bana birşey demek düşmez. Ancak şunu söyleyim ŞEYTANIN MASKARASI kelimesi karşınızdaki Müslüman kimseler için ağır bir hitaptır. Lütfen kelimelerinizi 10 kere düşünür öyle yazınız.

selam ve dua ile


"Mü'min, kulluk elbisesi günahlarla yıprandığında, onu tövbe iğnesiyle yamayandır. Talihli kişi, tövbesi üzerine ölendir."(H.Ş)

S. a.

Sevgili Yolcu kardeşim;

Görüyorum ki cevabına hemen mugalatayla başlamışsın. Bil ki niyetim demagoji değil. Böyle bir şey zaten mâlâyaniye girer. Kardeşliğin tayini ise ne sana ne de bana ait. Bizzat Halikımız (c.c.), ancak mü’minlerin kardeş olduklarını beyan buyurmuş… Hem de mutlak olarak; sadece dünya veya sadece ahiret kardeşliği değil. Bunu zikretsek de böyle, etmesek de... Senin-benim “silmem” bahis mevzuu olmadığı gibi, kardeşlikten vazgeçme gibi bir lüksümüzün de olduğu kanaatinde değilim. Bunda alıncak, kırılacak, darılacak, “eseflenecek”, mesele edilecek bir hâl de görmüyorum; çünkü yok.

“Nick”ini kullandım; çünkü ismin yok, bilmiyorum. Ayrıca o tarz edebî bir üslupta da, bu yol takip edilir.

Kusura bakmayın ama, naklettiklerinizle konuyu dağıtmaktan öte birtakım saf ve temiz beyinleri-gönülleri teşevvüşe sürükleme noktasında olduğunuzu fark etmeniz lazım. Elbette ki bu karışıklığa engel olmaya çalışan birileri olacak. O kişinin de, bittabii makaleyi kaleme alanın olması gerekirdi… ve bendeniz de bunu yaptım.

Sizin şahsen tasavvufun hakikatına taraftar olup olmamanız tasavvuf ehli için belki bir şey ifade etmez; ama sizin hanenize-hesabınıza lehte çok şeyler ifade eder, edebilir.

Ayrıca bilmenizde fayda var; tasavvufi haller-vecdler, keşif ve kerametler kurb-i nübüvvet yolunda maksud değildir. Asıl maksad; Ehl-i Sünnet çerçevesinde bid’atlerden uzak, sağlam bir inanç-amel ve ahlâka sahip olabilmektir. Hedef her hâlükârda rızâ-i ilahidir, matlab da maksat da odur.
***

Tarikat, bildiğiniz gibi lûgat manasıyla da zaten yol demektir. O yol da hakikate, marifete-marifetullaha giden yoldur. Yol olmadan, vasıta-vesile bulunmadan hangi hakikate vasıl olacaksınız? Cenabu Rabbi’l-âlemîn, "Ey iman edenler! Allah’tan korkun, ona (yaklaşmaya) vesîle arayın ve onun yolunda (zâhirî ve bâtınî düşmanlarla) mücâhede edin ki, felâha erebilesiniz." ( Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/35) buyuruyor. Yani direkt değil endirekt, doğrudan değil vasıtayla kurbiyyete doğru yol almamızı emrediyor.

Bilindiği üzere lisânımızda “vesîle”; yol, vâsıta, sebep mânâlarını ifade eder. Binâenaleyh, kendisi ile arzu edilen bir maksada-gâyeye ulaşılan her şeye vesîle denildiği gibi, –bundan müsteâr olarak– gerek günahların terki ve gerekse işlenen ibâdet ve tâatlardan kendisiyle Allâh’a tevessül olunan her şeye de vesîle denir. (Hâzin, Mecmûatün mine’t-Tefâsîr, Hâşiye, 2, 278)

Bu âyet-i kerîmede geçen vesîle, tefsirlerde çeşitli şekillerde açıklanmıştır. Bunlar içerisinde “mürşid-i kâmil”e ve “râbıta-i şerife”ye de işâret edilmiştir. Âyet-i celîlede açıkça görülüyor ki; Rabb’imiz (c.c.) mü’minlere, Zât-ı ulûhiyetine yaklaştıracak “vesîle”yi arayıp bulmalarını emrediyor. Usûl-i fıkıh ilmine göre, karîneden mücerred emirler vücup ifade eder. Yine erbâbınca mâlum ve daha önce de ifade ettiğimiz gibi, mü’mini Allâh’a (c.c.) götüren yolların en üstünü, en kısa ve kestirme olanı da, râbıta yoludur. O da, kâmil ve mükemmil bir mürşide mürâcaat edip, mâneviyat yolunda onun rehberliğini kabul etmekle mümkündür.

Bu noktada iki hususu açıklamamızın yararlı olacağını düşünüyorum...

1) bazı te’lif ve terceme eserlerde yazıldığı gibi “mükemmel” değil, doğrusu “mükemmil”dir. Zira mürşidin sadece kâmil olması yani kendisinin olgunlaşıp mükemmel hâle gelmesi kâfi gelmez; ayrıca mükemmil de olması lâzımdır ki başkalarını da tekemmül ettirebilsin, kemâle erdirip mükemmelleştirebilsin.

2) Mürşid, irşâd eden, gafletten uyaran, doğru yolu gösteren, rehber-kılavuz mânâsınadır. Tasavvufta tarîkat pîri, şeyhi demektir. Mürşidlik, Allâh’ın nûrunu, insanların kalblerine aşılamak, onları hak yolun yolcusu yapmak, kötü ve çirkin hareketlerden muhâfaza etmektir. Mürşidin gerçek kerâmeti ise, ümmet-i Muhammed’e hidâyet yolunu göstermektir.
***

Sevgili Yolcu kardeşim;

Pekâlâ bilirsin ki, eğitim ve öğretim için bir hocaya ihtiyaç vardır. Yine bunun gibi, mânevî terbiye için de kâmil ve mükemmil bir mürşide ihtiyaç vardır... Allah Teâlâ’ya yaklaşmada en güzel “vesîle” onlardır. Bu itibarla, Allah yolunda yürüyüp mesafe almak isteyen hiçbir mü’min, kendisini bu ihtiyaçtan müstağni addedemez, buna ihtiyacım yok diyemez. Bakınız, bu hususu şâir ne güzel ifade etmiş:

Deme aşk içre bana kim ola reh-yâb-ı tarîk...
Gir hemân sen yola, Allâhü veliyyü’t-tevfik.

( Aynî, M. A., İslam Tasavvuf Tarihi, İstanbul 1985, s. 91, 2 nolu dipnot)

Yani demek istiyor ki şâir:

“Bana aşk içinde yol gösteren kim olacak deme! Sen hemen yola gir, muvaffâkiyeti ihsan eden dost ve sâhip Allah’tır.”

Ne var ki, her şeyde olduğu gibi, râbıta-i şerîfe mevzuunda da haliyle farklı düşünenler olmuştur, olacaktır da… Buna bizim cevap verme dışında yapabileceğimiz bir şey söz konusu değil. Elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce dînin hakîkat ve mâhiyetini anlatmaya çalışıyoruz. Yoksa herkes her şeyi istediği gibi düşünebilir, inanabilir, uygulayabilir… Kimsenin kimseye engel olmak gibi bir “zorlaması” yok, olamaz da…
***

Yine diyorsun ki; ”İşte,sırrı veraset-i nübüvvet yolu ile, tarikat berzahına girmeden daha ilk basamakta hakikatı ders veren eserlere lakayd kalmak akıl karı değildir.”

Peki, bu iş bu kadar kolaydı, okumakla mümkündü de, niçin Cenab-ı Hak kullarına o Kitabı’nı açıklama, onları tezkiye ve hikmeti ta’lim vazifesini yükledi Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) Efendimize?

Keza O’ndan sonra peygamber göndermeyeceği için de, O’na varis olabilecek hakikat âlimlerini gönderdi. Bunlar da yüz yılın, bin yılın başında gelen mücedditlerdir malum. Ve hatırlamamızda fayda var; atalarımızın tabiriyle “Teşbihte hata olmaz...”; bin yılın başında gelen bir müceddit, yüz yılın başında gelenlere göre, yıldızlara nisbetle güneş gibidir. Onlar, ülû’l-azm peygamberler (aleyhimüsselam) gibi, küfrün-zulümâtın en azgın dönemlerinde gelirler.

Biz şimdi, bu zevat-ı âliyeden biri olan İmam-ı Rabbin hazretlerinin söylediklerini bir kenara bırakıp bir başka yere kulak vererek, “Hakikati,ilk basamakta ders veren bir yol varken;diğer bir tabirle; tarikatın nihayeti, ilk basamağı olan bir yol varken,yok ben önce uzun olan tarikat yolunu katedeceğim sonra hakikate ulaşacağım demek akıl karımıdır?” sözlerinin peşine takılacağız, öyle mi? Peki söyler misin; senin bu iddian, teklifin akıl kârı mıdır Allah aşkına?

Şunu hatırlatayım: Bu sözün aslı gene Tarîk-ı Nakşibendiyye büyüklerine aittir. Onlar kurb-i nübüvet yolunun öbür yollara nisbetle ulviyyetini-büyüklüğünü ifade sadedinde derler ki, “Diğer yolların nihayeti, bizim yolumuzun başında mündemiçtir”. Tabii bunun da hayli izahı gerekir. Ama burası yeri değil.

Peygamberler (aleyhimüsselam) dahil, Allah Teala tesirini halk etmedikçe hiçbir kimsenin ne sözü ne de yazısı müessirdir. Kaldı ki gerek peygamberler ve gerekse onlara tebaiyetle varisleri, insanlara hidayet edici olmadıkları gibi bundan da mes’ûl değillerdir. Onların da diğerlerinin de üzerine terettüp eden vazife, sadece tebliğdir. Nitekim kendisine hiçbir ferdin tabi olmadığı peygamberler bile vardır. Böyle oldu diye –hâşâ- onların nübüveet ya da risaletlerine halel mi geldi..? elbett ki hayır!
***

Kur’ân-ı Kerim’i de anlama ve anlatma noktasında her mü’minin nasibi, Mevlâ-yi zû’l-Celâl’in lûtfuncadır. Yoksa bütün âlet ve âli ilimleri yutarsın da, yine kışırda kalabilirsin.

Evet, Kurân-ı Kerim i’cazdır, mu’cizi de Rasûllüh Efendimiz ve O’nun hakiki varisleridir. İlimde tasavvurat da vardır tasdikat da… İslam’da iman olduğu gibi teslimiyet de vardır, olması da gereklidir. İtaat ve tesilimiyet olmadan sırat-ı müstakim üzere yürümek kabil değildir. İslâm zaten teslim olmaktır, başlı başına teslimiyettir. Müşâhede olması lazım geldiği gibi marifet de şarttır. Müşâhedenin meyvesi marifettir. Söyler misiniz, şayet şart değilse neden İki Cihan Serveri (s.a.v.), “Sübhâneke mâ arafnâke hakka ma’rifetike yâ ma’rûf” diyordu?

İslâm’da tahkike olduğu kadar taklide de yer vardır. Taklid mezmum bir şey değildir. İltizam’dan ise bu güne kadar bir zarar görene rastlamadım şahsen. Hepimiz islam’ın mültezimleri değil miyiz?

Tasavvufla hakikat birbirlerinin nakîzı değildir ki, birine sahip çıkmaya çalışırken öbüründen feragat edesin. Dava olmadan, olmayan davanın nasıl burhanı düşünülebilir ki? Mantık ilmindeki kazıyye malum: Dava, suğrâ, kübra, netice… Bunlar birbirini takip eder.

Kusura bakmayın ama, bu sözlerde elfaz-ı müterâdife ve mütegâyirenin birbiri ardınca teselsülünün ve bunlarla mûmâ ileyhin kendisini anlatma çabasının ötesinde neyi görüyorsunuz, merak ettim doğrusu!
***

Sonraki satırlarda da müellif, önceki devirlerin saf ve temiz durumları ile bugünkü küfrün zulumatıyla malevves vaziyetini tasvir etmeye çalışmış. Bilimsel-teknolojik gelişmelere işaretle, bunlar karşısında kendisinin takip etmeye çalıştığı yolu anlatmış… Ki bundan tabii ne olabilir… Eskilerin tabiriyle, “Her makamın bir makaali…vardır.” Tabii ki yeni gelişmelere göre “gard”ını-tedbirini alacaksın. Yoksa mağlubiyet kaçınılmazdır.

Yine müellif devamla; kendi usûlünce kavuştuğu ihsanları, tahdîs-i nimet kabilinden tekrarlıyor… Bunda da şaşılacak bir durum yok. Ahlâk-ı hamidedendir.
***

Sonunda da, mantık ilmiyle alakalı hayli açıklama ve mukayeseler var. Oysa yine hatırlamakta fayda mülahaza ediyorum: Mantıkla mâneviyat mukayese edilmez, muhakeme asla… Ayrı ve farklı sahalardır. Mantık bir ilim dalıdır, maneviyat ise tamamen aklın da mantığın da mâverâsında bir tekevvündür. Mantık, akaid-kelam, usûl, hatta tasavvufa dair ilimlerle dahi velayetin hiçbir basamağına çıkmak mümkün olmaz. Zira manevi derece ve mertebeler ilimle değil hâl ile alakalıdır.

Hiçbir devirde hiçbir felsefi akım da tarikat ve hakikat cereyanlarına galebe çalmamış, çalamamıştır. Onların zaten içine girdikleri alan akaiddir; bu sebeple akaidin bir ismi de “ilm-i kelâm” olmuştur.
***

Hâsıl-ı kelâm, netice-i meram;

Yapmamız gerekenlerle meşgul olmamız, mâlâyaniye girecek hallerden kaçınmamız en akıllıca yoldur. Herkes kendi usûlünce-meşrebince ferdî tekâmülüne ve yapabildiğince dinine hizmet etmeye gayret etmeli… Gayesi maksadı rızâ-i ilahi olmalı... Bir başkasının yoluna ve usûlüne dair gereksiz iddialarla zaman öldürmemeli… Hele hele “mürekkep icma” halini almış meselelerde söz etmemeye, geçmişte edilmiş münazara ve cidale yol açacak sözleri tekrarlamamaya dikkat etmeli… Onların hesabının yine onlara ait olduğu unutulmamalı.
***

Zeyl

Sevgili kardeşim, söz konusu risalelere ilmî manada tefsir bile diyemeyiz, te’vilden ibarettir. Bunu, onları küçümsediğim için değil, tesbit için söylüyorum. Dolayısıyla niye tartışılmasın ki orada anlatılanlar? Edile-i Şeriyye’nin aslî ya da fer’î müstenidatından mıdır bunlar!?

Bizim zihniyetimiz kaasırsa, senin zihniyetinin durumu ne ola ki?! Herhalde aksar!

Hamdolsun bizim görüşümüz de, düşüncemiz de senin o dar kalıplarına sığmayacak kadar geniş!

Tartışma zeminin açansa biz değil sensin; bunu unutma!

Rabıtadaki insan tabii ki dünyadan mücerrettir; çünkü onun irtibatı âlem-i emr’ledir. Burayla, mâsiva ile alakası devam ettiği sürece zaten rabıtada sayılmaz, lataifi de zikre hazır hale gelmez. Bu enfes yol, niçin şeytanın tuzağı olsun! Asıl tuzak ve şeytanın maskarası olma hali, senin düştüğün şu acınası durumdur! Birtakım evham ile kendini aldatmaya ve müstakim olduğun zehabına kapılmaya devam edersen, korkarım kendi dışında başkalarına da zarar verir hale gelirsin.

O bakımdan, AMAN DİKKAT!diyorum.

Rabbim cümlemizi, cümle Ümmet-i Muhammed’i hidayetten ayırmasın.

Vesselâm…

Es Selamu Aleykum Kardeslerim
Tarikat ve Hakikat, Seriatin hadimleridir. Bu soz gayet acik. Hakikate ulasmanin o kadar kolay oldugunu sanmak bile kolay degil. Zira, Peygamberlerden(a.s.m) sonra en degerli insan olan Hz Ebubekir(r.a) rabita ile ulasmistir.
Simdi gelelim gunumuze, fazla soze hacet olmadan... Agac meyvesinden anlasilir sozu kabilince, maneviyat karsiti olanlarin haline bir bakalim, birde maneviyati benimsemis ve yasamaya calisanlarin haline. Birinci kisim, hayatlarini tamamen para,sohret makam hirs ugruna ve bazi pek te onemli olmayan hasaisin egitimi ile ugrasmakta ve bir cok grublar halinde bulunmaktadir. Yani kendilerini hakikat erbabi sanan zumre aslinda seriattan bile bazi yerlerde uzak kaldilar, icki satmanin helalligine cevaz gibi(kaldigim yerde boyle, yorumsuz)...
Gelelim ikinci zumre ye, tum caba ve ugraslari gorunun veya gorunmeyen yani ile Kuran i Kerimin ve Islamiyetin hadimligi ve yek pare olarak bulunmaktalar. Ve onlar zaten Seriatin liderligini yaparlar cunku onlar yazinin basindaki cumleye inanirlar.

cidden biraz dusunmek ama tarafsiz dusunmek ve milyonlari bir araya getiren o guce inanmak zor olmasa gerek ama bir insan ki fi zamanine ayagina demirden pabuc taksa ve omru nuh yasayarak alemi gezse Mevla tevfik vermedikce bu nimete nail olamaz.
Vesselam

BİNLER DEFA ÖZÜR............

S.a.

Sevgili kardeşim Yolcu;

Lütfen biraz insaf, biraz iz’an… Meseleyi uzatan ben miyim siz misiniz Allah aşkına?

İmam-ı Rabbani hazretleri vs. Nakşî ricâli (k.esrarahüm), “Kulu Allâh’a götüren-kavuşturan yollar içerisinde, râbıta yolundan daha yakın, daha kestirme bir yol yoktur. Çünkü rabıta, bir anda âlem-i halk’tan âlem-i emr’e irtibattır” buyururken, sizse aksini iddia ediyor ve hâlen daha, “Tasavvuf yolu haktır. Ancak; en kısa yol değildir. Demek istediğim budur” demeye devam ediyorsunuz.

Benim yaptığımsa, ilmî çerçeve dahilinde size, iddianızın yanlış, müddeinizin zayıf olduğunu anlatmaya çalışmaktan ibaret. Ama görüyorum ki siz, aynı şeyleri bıkmadan-usanmadan tekrarlayıp duruyorsunuz. Bilmiyorum ki ne diyeyim, nasıl anlatayım?!

Tefsir’le te’vilin ıstılâhi manada ne olduğuna usûl-i tefsirden bakarsanız, o husustaki düşüncenizin değişeceği kanaatindeyim. Bu bir “insafsızlık” filan değil, sadece bir tesbittir.

Yorum yapıp yapmamak, sizin bileceğiniz bir iş… Ona kimsenin bir diyeceği olamaz. Ancak şu kadarını da bilmeniz lazım; bir yerden bir sözü, meseleyi naklettiğinizde, eğer hiçbir yorum ilave etmezseniz, onu aynen kabul ettiğiniz hükmü çıkar. Dolayısıyla, yine şahsen tenkitle muhatap olabilirsiniz.

Bu münâzara ve cidâlin neticesinde müteessir (sizin deyiminizle “mütessir”) olmanıza gelince…

Şunu bilmeniz ve bilmemiz gerekir ki; senin ve benim müteessir olmamın çok da bir kıymet-i harbiyesi olmaz. Ama bu arada, Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) nice varislerini müteessir ettiğinizin farkında mısınız?

Benim size cevap vermemdeki asıl maksatlardan biri de, o büyüklerin “sihâm-ı sitem”lerine maruz kalmamanızı temin içindi… Zira onları dille-kalemle, halle-tavırla rencide eden kimsenin, eğer bir muhatabı çıkıp ta kendisine karşılık vermezse, doğrudan kendileri mukabele ederler o şahsa… Ki, böylesine vahim bir vartaya düşmekten Mevlam cümlemizi muhafaza buyursun. Tasavvuf tarihinde pekçok acı misalleri, ibretlik örnekleri vardır.
***
İsterseniz mevzuyu, Necmettin Halil Onan'ın "Dur yolcu!" şiirine bir nazîreyle hoş bir hatırayla noktalayalım.

Dur yolcu! Bilmeden gelip yazdığın-çizdiğin
Bu site, halis mü’minlerin buluştuğu yerdir.
Eğil de kulak ver bu sessiz gibi gözüken yığın
Bir kalb-i manevinin Allah-Allah diye attığı yerdir.

Bu ıssız-gölgesiz gibi duran sitenin sonunda,
Gördüğün bu forum, Âlem-i kebîr’de
Rızâ-i ilahi uğruna, Allah yolunda,
Can veren dervişlerin olduğu yerdir.

Bu yolla, koparken büyük zelzele
İman kaleleri teker-teker geçerken ele
Dervişlerin nefsini boğduğu sele
Mübarek emeğini-gayretini kattığı yerdir.

Düşün ki toplanan, söz, yazı, emeğin
Yaptığı bu sanal tümsek amansız çetin
Bir cihad-ı ekberin sonunda tüm müminlerin
Nefsin esaretinden kurtulup hürriyetin
Zevkini tattıkları yerdir


Measselâm…


Blog Paylaşımları

MollaCami.Com