Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Robert Kolej'in yeri kimindi, kimler niçin satın aldı?

Halis ECE

Robert Kolej'in yeri kimindi, kimler niçin satın aldı?


Fâtih Sultan Mehmed Hân (kuddise sırruh) hazretleri, İstanbul'u fetih için ilk adımı şimdiki Rumelihisarı'nın bulunduğu yeri almakla atmıştır.

Rivâyete göre Bizans Kralı Konstantin'den bir manda derisi kadar yer istemiş. O muvâfakat edince de, irice bir mandanın derisini saraçlara ince bir sicim şeklinde kestirip bir uçtan diğerine Rumelihisarı arâzisini ölçerek sözünde durmuş.

Garip tecellîdir ki, asırlar sonra İstanbul'da Hıristiyanlar'ın hususi mülkü olan yer de yine bu arâzîdir. Osmanlı'nın son dönemlerinde Hisar çevresindeki bu bölge, tamamen Ahmet Vefik Paşa'nın arâzîsi imiş. Hatta bu yüzden oraya Vefik Paşa Mahallesi diyenler bile çıkmıştır. Robert Kolej'in açılması için izin çıkınca bazı adamlar, o zaman Paris'te sefîr olarak bulunan Vefik Paşa'yı ziyaret ile Rumelihisarı'ndaki arâzîsine büyük ücretler teklif etmişler. Ancak o, gayret-i dîniyye ve milliye ile, burayı yabancıya satmayacağını söylemiş. Abdülhak Şinâsi Hisar'ın “Geçmiş Zaman Fıkraları”na göre Paşa, sefâretten dönüp de İstanbul'da baba mirası olan konağı harâb olunca buraya taşınmış... Yazın Hisar'a bitişik konağında, kışın da sâhildeki yalısında kalmaya başlamış. Eşyası eski, boyası dökülen bu konak ve yalıda yıllarca oturan Vefik Paşa, ömrünün sonlarında ciddî biçimde maddî sıkıntılara düşünce, papazlar yine kapısını çalıp arâzîyi kendilerine satması teklifini tekrarlamışlar.

Paşa, bu sefer teklifi geri çevirememiş ve şimdiki Boğaziçi Üniversitesi'nin bulunduğu arâziyi, sâhilden taa Hisar'ın sırtlarına kadar Robert Kolej'e satmaya râzı olmuştur.

İstanbul'a Robert Kolej'i açmak isteyen papaz ve rûhanî liderlerin, bu arâzî için ısrarcı davrandıkları ve “Osmanlılar Bizans'ı ilk defa buradan başlayarak elde ettiler; biz de aynı yerden başlayarak Osmanlı'yı ele geçireceğiz” dedikleri de rivâyetler arasındadır.
***

B E R C E S T E

“Şikâyet etmez idik cevr-i çerh ü ahterden
Şemâtet eylemese şâd olup adüvlerimiz”

Koca Râgıp Paşa (v. 1763)

Beytin mefhûmu: Düşmanlarımız sevinçten dört köşe olup, ortalığı şamataya boğmasalardı; feleğin ve yıldızımızın bize ettiği eziyetinden, aslâ şikâyette bulunmazdık.

Akaşma gazetesi köşe yazarı Engin Ardıç'tan, 17 Aralık 2005 tarihli Akşam'da enteresan bir "Boğaziçi Üniversitesi" yazısı.

Sola kitakse!


Sonradan Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşecek olan Robert College Yüksek Okulu’nda, az buçuk İngilizce çakan ama gene de hazırlık sınıfı okuması gerekenlerin toplandığı bizim A sınıfına Charles Gilchrist gelirdi.

Ölmüştür herhalde, toprağı bol olsun, savaş yıllarında SOE, yani İngiliz Özel Harekât Dairesi’nin ajanı olarak komandoluk yapmıştı, görev bölgesi Yunanistan, uzmanlık alanı da köprü uçurmak ve daha önce de nöbetçi Alman askerinin gırtlağını çıt çıkarmadan jiletle kesmek...

Biz “anlatsana Sir” diye yavşayınca çok kızar, “siz savaşın ne korkunç olduğunu bilemezsiniz” der, konuyu değiştirirdi... Çok tonton, çok sevdiğimiz bir adamdı.

(Ben en arkada oturuyorum tabii, dalgacılar köşesinde... Mesut Yılmaz’ın eşi Berna bacım da en ön sırada!)

Hiç mi hiç İngilizce’den nasibini alamamış gabilerin toplandığı C sınıfına da Mary Elizabeth Nadi giderdi (yoksa o sınıfa Enis Dinç bakıyordu da Bayan Nadi D’ye mi gidiyordu, yanlış olmasın)...

Bayan Mary, Doğan Nadi’nin eşi, yani Yunus Nadi’nin gelini, Nadir Nadi’nin yengesiydi. Bu durumda İlhan Selçuk’un nesi olur, bilmem.

Şimdi, otuz beş yıl sonra Hasan Cemal’den öğrendim, Bayan Mary Nadi de savaş yıllarında OSS ajanıymış! Pardon, savaştan hemen sonra, işgal altında tuttukları Berlin’de.

“Office of Strategic Services”, yani “Wild Bill” namıyla maruf William Donovan’ın kurduğu, FBI’ya bağlı olmayan ilk Amerikan dış istihbarat ve harekât örgütü...

Donovan’ın yardımcısı Allen Dulles da, savaştan sonra, 1947 yılında, Başkan Truman’ın emir ve onayıyla CIA örgütünü kuracaktır... Yani OSS, CIA’nın atası, ağababasıdır.

Gene çok sevgili hocalarımızdan biri olan Hilary Sumner-Boyd’un da MI5 ajanı olduğunu Mehmet Eymür’den öğrendiğim zaman çok şaşırmıştım ama, Bayan Mary’nin öyküsü hepsine tüy dikti!

Yani, son Robert College başkanı John Scott Everton’un CIA ajanı olduğunu biliyorduk ama, bu kadarı... Pes doğrusu!

(Sevgili Orhan Pamuk, sizin müdür John Chalfant neciydi acaba yahu?)

Bayan Mary, daha sonra, Dünya Bankası’nda çalışan yeğeni Zeynep’in oğlunun, okulunu bitirince CIA örgütüne “analizci” olarak girmesini önermiş, çünkü çok iyi para veriyorlarmış... Anlatan Hasan Cemal, tanık Ufuk Güldemir.

Zeynep’in ablası Emine, Cumhuriyet Gazetesi’nin ortağı ve yöneticisi...

Aile, İzmir “eşrafından”, eni konu zengin ve ünlü Uşşakizade ailesi...

Babaları Bülent Uşaklıgil, ünlü romancı Halit Ziya’nın oğlu... Büyükelçi
... (Orada bir de Vedat olacaktı ama o konuyu hiç açmayalım, kıyametler kopar!)

Aynı aileden Latife Hanım’ın kim olduğunu soracak kişiler de bir daha benim yazılarımı okumasınlar.

Solcu gazetenin ortakları bunlar. Yönetiyorlar, yön veriyorlar.

Paşa torunu Nazım Hikmet’in komünist olmasını kanıksamıştık, onun akrabası, ülkenin en zengin ailelerinden Aybar ailesinin çocuğu Mehmet Ali Aybar’ın sosyalist lider olmasına da şaşmamıştık, Nazım’ın üvey oğlu, “sıkı Stalinci” Memet Fuat’ın Altunizade’de paşa dedesinin köşkünde geçen çocukluk anılarına da pek gülmüştük... Sonra toprak ağası Maocu da gördük.

Ben en çok, İzmirli TKP üyesi fabrikatör Boz Mehmet’i severim: İşçiler zam isteyince “sabredin” dermiş, “devrim olunca fabrika zaten sizin!

İşgâl dil'le başlar, gelir din'e dayanır



Yazar Karakaya yabancı dil eğitimine el attığı yazısında, 'orta zekâ sahibi bir Türk, dünyanın en zor dilini 6 ayda öğrenirken, 9 sene İngilizce okuyup derdini anlatamamak nedir?' diye soruyor ve diyor ki:

"Ama hesap başka!..

Maksat bize İngilizce öğretmek değil!"


Vakit yazarı Hasan Karakaya, emparyalist bir tuzak olduğuna kanaat getirdiği yabancı dil eğitimi meselesiyle ilgili şunları yazıyor:

Atalarımız "dil" üzerine epey söz etmişler... Meselâ, "Dil söyler saklanır, belâsını baş çeker" demişler!.. Meselâ, "Dil ile düğümlenen, diş ile çözülmez" demişler!.. Şunu da demişler: "Dil, kılıçtan çabuk öldürür!"

Ama, benim en çok hoşuma giden söz şu: "Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez!"

Bu sözlerin temelinde, insanları "dikkatli konuşmaya sevk" amacı yatıyor!.. Zaten, bu yüzden olsa gerek ki; "Dil var bal getirir, dil var belâ!" demişler!..

Evet, bütün bunlar "fertler arasındaki ilişkiler"i iyiliğe ve güzelliğe kavuşturmak için söylenmiş sözler!..

Bu açıdan, hepsi de önemli, hepsi de "altın değerinde" sözler!..
***

BİZE VERİRLER TALKINI!

Ama, bir de "uluslararası" bir önemi var "dil"in!..

"Dil" deyip geçmeyin;

"Milletlerarası ve medeniyetlerarası mücadele"de, dilin çok büyük önemi ve etkisi var!..

Hatta, şunu söyleyebiliriz: "Kültürel işgâl"ler önce "dil"le başlar, sonra da "din"e kadar uzanır!..

Geçenlerde yazmıştım;

"Emperyalist" devletler, Türkiye'ye "yerel dil" ve "anadilde eğitim" dayatmasında bulunurken, kendi ülkelerindeki okulların "bahçelerinde bile" başka bir dil konuşulmasını yasaklıyorlar!..

Malûm, "teneffüste bile Almanca dışında bir dil konuşulmasını yasakladığı" için; bir okul, "2 ayrı vakıf" tarafından ödüllendirilmişti!..

Önceki gün de, İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi; nasıl "koyu bir fundamantalist", yani nasıl "bir köktendinci" olduğunu, şu sözleriyle ortaya koydu:

"Biz, farklı etnik unsurlardan oluşan, çok kültürlü bir İtalya istemiyoruz. Kültürümüz ve geleneklerimizle gurur duyuyoruz. Yabancıların bizim yasalarımıza ve yaşama tarzımıza uyum göstermelerini istiyoruz. Önceki gün televizyonda, İtalyan Komünistler Partisi Genel Başkanı Oliviero Diliberto'nun; okullarda birkaç yıla kadar öğrencilerin yarısının Müslümanlardan oluşacağından bahisle; Müslüman öğrencilere Kur'an-ı Kerim öğretilmesi biçimindeki öneriye karşı olmadığını söylediğini duyunca, tüylerim diken diken oldu. Biz buna karşıyız. Çok ırklı, çok kültürlü bir İtalya istemiyoruz."
***

BURADAN İNGİLİZ TANKLARI MI GEÇTİ?

Peki; Almanya ve İtalya, hatta bütün Avrupa, böylesine bir "tutuculuk" içindeyken, "bizler" ne durumdayız... Bizler üzerinde nasıl "oyunlar" oynanıyor ve "amaçları" ne?.. Millet olarak niçin bu hâllere düştük?.. İçinde bulunduğumuz; "kompleks, yabancı hayranlığı ve yozlaşma" süreci kendiliğinden mi oluştu, yoksa "sinsî bir strateji"nin ürünü mü?..
Bütün bu soruların cevabını alabilmek için; bugün, sayın Ahmet Kökdemir'i misafir etmek istiyorum köşeme...

Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi olan Yard. Doç. Dr. Ahmet Kökdemir, dil üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyor...

Sayın Kökdemir, "medeniyetler mücadelesinde; dilin en etkili yol, ucuz ve kalıcı bir fetih vasıtası olduğuna" inananlardan!..

"Samsun'da Çiftlik Caddesi'ne ne zaman çıksam" diyor;
"Buradan İngiliz tankları mı geçti?" diye sormaktan kendimi alamıyorum!..

Ve ilâve ediyor:

"Esasen İngilizler gelse ve o tabelaları indirmelerini söylese; bizimkiler silahını kuşanır, yine de indirmez o tabelaları!.. İşte, böylesine dehşetli bir dil kuşatması altındayız!"

"İngilizce"nin, dünyayı nasıl bir "ahtapot" gibi sardığını anlatırken; Hindistan, Pakistan ve Bangladeş'ten örnek veriyor:
***

YA ÖĞRENDİLER, YA DOĞRANDILAR!

"İngilizler, bu ülkede bir asır kadar kaldı... Ayrılalı da 50 küsur yıl oldu!.. Ama hâlâ resmî dillerinde İngilizce var!..

Peki, nasıl oldu bu?..

Oldu, çünkü; İngilizce bilmeyenleri kömür ocaklarında bile çalıştırmadılar!.. İngilizce'yi resmî dil ilan ettiler!.. Öğrenmeyenlerin parmaklarını, bileklerini kestiler, doğradılar!.. Bu ülkelerde böylece İngiliz kültürü hakim oldu!..
"
***

KOLEJLİ BAKAN VE BAŞBAKANLAR!

Dilin insanı ruhuna, kültürüne ve köküne döndürdüğünü bilen, bu inceliği keşfeden ve dünyada etkili olmak isteyen güçlerin bu yüzden 1700'lü tarihlerden itibaren Osmanlı topraklarında "okul" açmaya başladığını söyleyen Kökdemir, İngilizler'in 1700'den 1848'e kadar 118 okul, ABD'nin ise 1848'den 1904'e kadar 465 okul açtığını vurguluyor, "sonuçlarını" ise şöyle açıklıyor:

Harput Amerikan Koleji, İstanbul Amerikan Kız Koleji, Merzifon Amerikan Koleji, Robert Koleji bunlardan bazılarıdır.

ABD'nin Osmanlı topraklarındaki bu okullarında 1904'te okuyan toplam öğrenci sayısı ise 22 bin 867 idi!.. Birçok Türk aile veya Türk gibi görünenler, çocuklarını başka isimlerle bu okullarda okuttu!.. Bu okulları bitirenler; petrol şirketlerinin veya zengin Amerikan vakıflarının seçmesiyle ABD'ye gitti!..

Döndüklerinde; bu ülkede, ya başbakan, ya bakan, ya Merkez Bankası başkanı veya basının önemli yerlerinde görev aldı ve Türkiye'nin her meselesiyle ilgili ahkâm kesti!"

Robert Koleji'nin ilk binası için 60 bin dolar, ek binası için 35 bin dolar, mühendislik bölümleri için de 1.5 milyon dolar harcandığını dile getiren Kökdemir; bunun altındaki "hin oğlu hinliği" de şöyle açıklıyor:

"Kim başka bir milletin çocuklarını eğitmek için bu kadar masrafa girer?.. Bulgar ihtilâlini çıkarıp Balkanlar'ı kana bulayanlar Robert Koleji mezunlarıdır!.. O okullardan çıkanlar; Yunanistan'ı, Bulgaristan'ı devlet teşkilâtıyla örgütleyenler, İsrail'i kuranlardır!!!"
***

AMAÇ, DİL ÖĞRETMEK DEĞİL!

Sayın Ahmet Kökdemir, devam ediyor sözlerine:

"Bugün ilkokuldan itibaren her yerde İngilizce var... Öğrenme değil!.. İsterseniz deneyelim. İlkokul 4'te başlıyor, üniversiteye kadar toplam 9 yıl İngilizce eğitimi veriliyor... Üniversitede öğrencilere "Az buçuk İngilizce konuşabilecek var mı?" diye soruyorum, yok!..

Bu işi çok iyi bilenler, "Orta zekâya sahip bir Türk, dünyanın istediği en zor dilini 6 ayda öğrenir" diyor!..

Buna göre 9 sene İngilizce görüp de meramımızı anlatamamak, hangi ifadeyle anlatılır?..

Ama hesap başka!..

Maksat bize İngilizce öğretmek değil. Öyle olsa, neden İngilizce kitapları Oxford Yayınevi'nden alıyoruz?.. Şimdi üniversitede 3-4 hoca yan yana gelsek, ilk, ortaokul, üniversite seviyesinde Türkçe kitabı yazamaz mıyız?
Üniversitelerin İngilizce Dili Edebiyatı bölümleri var. Her üniversiteden 3-4 hocayı yan yana getirseniz, çok rahatlıkla her sınıf için İngilizce kitabı yazarlar... Fakat maksat öğretmek değil. Ne kadar kazanacaklarının hesabını yapıyorlar.

16 milyon öğrencimiz var. En düşük rakamdan kitap 10 YTL. Hazırlık'ta 250'den 350 YTL'ye kadar kitap var... Türkiye'de 16 milyon öğrenci var. 10 YTL'den, yılda 160 milyon YTL'lik kitap satıyorlar.

Yani Oxford Yayınevi'ne, yılda verdiğimiz parayla her yıl 10 vilayetimize orta ölçekli bir fabrika kurabiliyoruz.!"
***

"BU SES, ÇAN SESİ EVLÂDIM!"

Bu, olayın "ticarî" boyutu!.. Bir de, "dinî" boyutu var ki, asıl düşündürücü olan taraf, burası!..

"Adamlar" diyor, sayın Kökdemir; "Bir taşla iki kuş birden vuruyor!"

Peki, nasıl?..

Bir, "İngilizce öğretmeyen kitaplar" satarak, para kazanıyorlar!..
İki, o kitaplar vasıtasıyla "misyonerlik" yapıyorlar!..

"Bir baba geldi yanıma" diyor, "Çıldıracağım!" diye yakınıyordu!..

Kızı; "Baba, Pazar günleri biz niye kiliseye gitmiyoruz?" diye sormuş!..

"O çocuk, elbette sorar" diyor ve ekliyor:

"Çünkü Oxford kitaplarında; Mr. Braun, Cek'le Mari'nin ellerinden tutuyor, kiliseye götürüyor!.. Parkta oturuyorlar!..

Cek'le Meri; "Baba bu neyin nesi?" diyor... Braun, "Bu ses, çan sesi evlâdım. Pazar günü sizi kiliseye götüreceğim" cevabını veriyor!"
Peki, bu kitap, Oxford Yayınevi'nden değil de, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Kökdemir'in elinden çıksaydı nasıl olurdu?..

İşte, Kökdemir'in cevabı:

"O İngilizce kitabını ben yazarsam; Cek'leri, Meri'leri değil, bizim Ahmet'leri, Ayşe'leri alır, parka giderdim!.. Braun'un oturduğu banka, Ahmet Kökdemir oturur ve çocuklar, "Baba bu ne?" diye sorduklarında, şu karşılığı verirdim:

"Bu ses, ezan sesidir evlâdım... O ezanlar ki, şehadetleri dinin temeli!.."

Sonra da;

"Gelin, şöyle şadırvana doğru ilerleyelim, kolları sıvayalım, hadi namaza da gidiverelim" derdim!..

Evet, ben olsam böyle yazardım bu kitabı... Ama Oxford; hem İngilizce'yi öğretmiyor, hem öğretmediği dilden para kazanıyor, hem de kendi dinlerinin propagandasını yapıyor!.. Yani, bir taşla birkaç kuş birden vuruyorlar!"
***

BU VAHŞETİ ANCAK DİL PAKLAR

Bir başka örnek olarak da, “İsrail’deki bir TV kanalında düzenlenen yarışma”yı gösteriyor sayın Kökdemir ve diyor ki:

Yarışmanın konusu İsrail'i dünya milletleri önünde iyi tanıtacak ve ona yönelecek birtakım sözleri, olumsuz tavırları anında bertaraf edecek yapıda kabiliyetli elemanlar yarışması!..

Güzel, etkili konuşmalı ve kavrayışı çok yüksek olmalı ki, ani sorularla bocalamasın, İsrail'i aklasın!..

İsrail'in yaptığı şu vahşeti hangi deterjan paklayabilir?..

Sadece dil!..

Bu kadar vahşeti temizleyecek deterjan henüz bulunmadı!..

Birinciye vaat edilen mükâfat külliyatlı para!.. Paranın dışında, ABD'ye gönderip, İsrail Büyükelçiliği'nde basın sözcülüğü görevi veriyorlar!.. Yaşı ne olursa olsun.

Dilin gücünü kavrayan her ülke bunlardan faydalanıyor. Ancak biz bu konularda başımız dara düşünce maalesef!!!
"
..............
Nasıl; tesbit ve teşhisler "son derece çarpıcı" değil mi?..

O halde, sayın Ahmet Kökdemir'in son tesbitini aktaralım:

"Dil, dehşetli bir güç!.. Dokunduğu yeri ya birleştirir, ya da kökünden koparır!"
***

Şimdi, soralım kendimize;

"Kök"lerimizden kopmamız, "dil"den kopmamızla mı başladı acaba?..

Sıra, galiba "din"e geldi!..

Öyle ya, "bıçak yarası" geçer;

Ama "dilin açtığı yara" geçmez!..

Atalarımız; "dil, kılıçtan çabuk öldürür" derken, bunu mu kastediyordu acaba?..

"Tabelâlar", hâlimizi anlatmaya herhalde yeter!..


Kaynak: http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=146968, 29 Mart 2006 14:42 (Tashih ve düzenlemelerle... H. E.)


Blog Paylaşımları

MollaCami.Com