Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


İslâm'da Râbıtanın Şer’î Deliller ile İsbâtı

Halis ECE

İslâm'da Râbıtanın Şer’î Deliller ile İsbâtı


I. KİTAP İLE İSBATI

Hiçbir şeyin Kur’an-ı Kerim’in dışında kalması mümkün olmadığına göre, elbette ki râbıta-i şerifenin hükmü de onda vardır. Bazı âyet-i kerimelerin ibâre, bazılarının da işâre mânâlarında râbıta-i şerifenin hükmünü bulmak mümkün. Yani bazılarında açıkça, bazılarında da işâret ve delâlet yoluyla râbıta-i şerife ifade edilmiştir.

Meselâ bu cümleden olarak, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, ona (kurbiyete-yaklaşmaya) vesîle arayın ve onun yolunda mücâhede edin ki, felâha erebilesiniz”(1) âyet-i celilesini zikredebiliriz.

Bilindiği gibi lisânımızda “vesîle”, kendisi ile maksada-hedefe ulaşılan vâsıtadır. Müfessirler, burada geçen “vesîle”ye çeşitli mânâlar vermişler... Bunlardan Fahr-i Râzî hazretleri, “vesîle”yi “mürşid-i kâmil” ile tefsir etmiştir.

İsmail Hakkı Bursevî (k.s.) de bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken, “Vesîle”den murad, sâlih ameller olduğu gibi, Allâh’a yakın olmak için kendisiyle tevessül edilen her şeydir, diyor. Sonra da Te’vîlât-ı Necmiye’den şunları naklediyor:

Bu âyet-i kerime, ‘vesîleyi arama’ emrini açıklamaktadır; bu, elbette ki lâzımdır. Çünkü Allah Teâlâ’ya vusûl yani Hakk’a ermek, seyr u sülûkü tamamlamak, ancak vesîle ile elde edilir. Bu vesîle de, hakîkat âlimleri ve tarîkat şeyhleridir.(2)

Hz. Ömer’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadîs-i şerifte de meâlen şöyle buyrulmaktadır:

“Ne zaman ki Âdem (a.s.) hatâsını anlayıp,
– Yâ Rabbî, eğer beni (hâlen) mağfiret etmemiş isen, Muhammed (s.a.v.) hakkı için afvımı diliyorum, demişti.
Allah Teâlâ ona,
– Ey Âdem! Ben onu henüz yaratmadığım halde, sen Muhammed’i(n kadrini-kıymetini, nezdimizdeki şân ve şerefinin yüceliğini) nereden ve nasıl bildin? diye sordu.
O da,
– Yâ Rabbi, sen beni yed-i kudretinle yarattığın ve rûhundan bana nefhettiğin zaman, başımı kaldırıp baktığımda, Arş-ı A‘lâ’nın ayaklarında, ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlüllah’ yazılmış olduğunu gördüm... Zâtının ismine, ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edeceğini (düşündüm ve bu yolla) bildim, dedi. Cenâb-ı Hak ona,
– Ey Âdem, doğru söyledin. Hakîkaten o, benim nezdimde yaratılmışların en sevimlisidir. Onun hürmetine benden (afvını) dilediğinde, ben de seni affettim. Şayet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım” buyurdu.(3)

İşte bu hadîs-i şerifte de açıkça görüldüğü üzere, dînimizde vesîle vardır... Ve bunlar da, başta Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz olmak üzere, onun vârisi olan hakîkat âlimleridir.

Yukarıda zikrolunan âyet-i kerîmede mü’minlere, kurtuluş ve selâmet için, üç şeye riâyet etmeleri emredilmiştir:

1) Allah’tan korkmak,

2) Ona yaklaşmaya vesîle aramak,

3) Onun yolunda mücâhede etmek...

Vesîle’den murad ise, mürşid-i kâmiller olduğuna göre, onların târif ettikleri râbıta-i şerifenin câiz olması bir tarafa, me’mûrun bih yani farz olması gerekir.

Ayrıca yukarıda geçtiği üzere, “vesîle”nin tefsirinde “râbıta”ya da yer veren müfessirler olmuştur. Çünkü mefhum umûmidir; mutlak olarak vesîleyi aramamız emrolunuyor... Karîneden mücerret emirler ise vücub ifade eder ki, “vesîle”yi arayıp bulmamız vâcip oluyor. Râbıta-i şerife ise, vesîlelerin en faziletli ve şerefli olanıdır. Zira râbıta-i şerife; müridi, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in hakîki vârisleri olan mürşidân-ı kirâmdan zât-ı âlîlerine; ondan da, Allah Teâlâ’ya ulaştıran bir vâsıtadır. Nitekim, Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri, “İsm-i zât ile meşgul olmanın keyfiyeti”ni anlatırlarken, şu îzahlarda bulunurlar:

“Tâlib; hâlî ve tâhir bir mekânda (boş ve temiz bir yerde) oturur; gözlerini yumup ağzını kapayarak dilini damağına ilsak eder (bitiştirir). İstiğfar ile kalbini havâtır ve mâsivâdan hâlî kılar (iyi-kötü bütün düşüncelerden ve Allah’tan gayri her şeyden kalbini uzak tutar); bu hususta mürşidine râbıta-i muhabbetle râbıta eyleyerek rûhâniyetinden istimdât eyler (yardım taleb eder). Ki, bu istimdâd-ı hâs, mürşidi vâsıtasıyla bütün ervâh-ı silsile-i sâdâta ve ruhâniyet-i Muhammediye’ye ve Hak sübhânehû ve teâlâ’ya râci‘ ve müntehîdir.”(4) Yani müridin bu hususi istimdâdı, mürşidi vâsıtasıyla bütün silsile-i sâdât hazerâtının ve Resûlüllah Efendimiz’in rûhâniyetine ve oradan da nihâyet Cenâb-ı Hakk’a ulaşır.

Ve yine, “(Habîbim) söyle: Eğer siz Allâh’ı seviyorsanız, hemen bana ittibâ edin ki, Allah da sizleri sevsin”(5 âyet-i kerimesinde de râbıta-i şerifeye işâret vardır. Zira tâbi olan kişinin metbûunu, yani uyduğu zâtı görmesi, yahut da hayâlinde canlandırması îcap eder. Böyle olmadığı takdirde ise, ona ittibâ denilmez. Râbıta-i şerifede de, yukarıdan beri anlatıldığı üzere, bağlanılan zâtı hayâlinde tasavvur etmek esastır.(6)

Hâsılı; her şey Kur’an-ı Kerim’de mevcut olmakla birlikte bunlardan bir kısmı avâma tebliğ edilmemiştir. Ancak havâs zümresine mensup olan zevât-ı kirâm; âyet-i kerimelerdeki bâtınî hükümlere âit işâret ve delâletleri, meselâ râbıta-i şerife, zikr-i kalbî ve benzeri ibâdetlerin varlığını bizlere haber vermişlerdir.

Daha önce de ifade olunduğu üzere, mürşid-i kâmiller, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in hakîki vârisleridir. Vâris, mûrisinin terekesinin (mirasçısı olduğu zâtın bıraktığı malların) tamamında hakkı ve nasîbi olan kişidir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), şerîat ilimlerinin hem zâhirine, hem de bâtınına mâlik bulunduğuna göre, şer‘-i şerîfin bilhassa bâtını ile alâkalı hususlarda söz söyleyebilmek için, onun hakîki vârisi olmak îcab eder.
Bu sebeple, zâhirî ilimlerden bir nebze bilgiye sahip olup da, bâtınî ilimlerden nasîbi olmayanların, mânâ âlemine taalluk eden hususlarda söz söylemeleri doğru olmaz. Zira bu gibi kimselerin, gerek âyet-i kerimelerin ve gerekse hadîs-i şeriflerin ihtivâ ettiği mânâların, bâtın ile alâkalı kısımlarını anlamaları mümkün değildir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde buyurmuşlardır ki:

“Rabb’im bana sordu; cevap vermeye kaadir olamadım... Yed-i kudretini, hudutsuz ve keyfiyetsiz bir halde, iki omuzum arasına koydu. (...) Beni evvelînin ve ahirînin (öncekilerin ve sonrakilerin) ilmine vâris kıldı... Çeşitli ilimleri öğretti... Bunlardan birisi; kimseye söylememem üzere verilen ve benden başkasının tahammül etmesine imkân olmayan ilimdir. Diğeri; gizlenmesi ve söylenmesi hususunda, Rabb’imin beni muhayyer kıldığı (serbest bıraktığı) ilimdir. Öbürü de; havâs ve avâmdan herkese tebliğ etmekle memur bulunduğum ilimdir...”

İmâm-ı Rabbânî’nin (k.s.) Mektûbât’ını Farsça aslından Arapçaya terceme eden Muhammed Murâdü’l-Kazânî hazretleri, Mukaddime’de bu hadîs-i şerifi naklettikten sonra şöyle diyor:

Peygamberimiz’in (s.a.v.), havâs ve avâmdan herkese tebliğe memur edildiği ilim, şerîat ve ahkâm ilmi ile diğer muhtelif ilimlerdir. Gizlemekle memur olduğu ilim, nübüvvet ilmidir. Çünkü, ondan sonra peygamber yoktur. Nübüvvet ilmini ise, peygambelerden başkası bilemez ve tahammül edemez. Tebliğde muhayyer bırakıldıkları ilim ise, velâyet ilmidir. Bu ilim; şerîatın bâtın ilmidir, hakîkat ve esrâr ilmidir... Fahr-i Kâinat (s.a.v.) bu ilmi, ashabtan bazılarına bildirmişlerdir... Nitekim muhakkikînden şeyh Abdü’l-Ganiyy-i Nablûsî (rh.), Sahîh-i Buhârî’de rivâyet edilen bir hadis-i şerifte, Ebû Hüreyre’nin (r.a.) şöyle dediğini nakletmektedir:

“Peygamberimiz’den (s.a.v.), muhâfaza edilmesi îcab eden iki şey hıfzettim, ezberledim... Bunlardan biri, size neşrettiğim (yani söyleyip anlattıklarımdır). Diğerine gelince; şayet onu neşredip yaymış olsaydım, (insanlar) küfrüme hükmedip (beni) katlederlerdi.”(7)

Müfessirlerden birçoğu da, yukarıda zikri geçen âyet-i kerimedeki “vesîle”yi, “sâlih ameller” diye tefsir etmişlerdir... Bu şekildeki tefsir ile de buradan râbıta-i şerifeyi anlamak ve isbat etmek mümkündür. Şöyle ki:

Ameller, ancak ihlâs ile “sâlih (güzel)” olur. İhlâs ise, gafletten uzaklaşmak, Mevlâ’dan gayriyi nefyetmekle yani kalbten sürüp atmakla mümkündür. Yine tecrübeyle sâbittir ki, râbıta-i şerife ile meşgul olduğumuz zaman, ibâdetlerimiz gafletten uzak, amellerimizin zevkine ermek mümkün olmaktadır. Gaflet içinde yapılan ibâdetlerin ise zevkine varmak mümkün olmadığı gibi, makbul de değildir.

Görülüyor ki râbıta-i şerife, gafletin izâlesini mûcip olan, onu gideren “vesîleler”in en şerefli ve en üstün olanıdır. Âbid için gafletten kurtulmak maksud olunca; bu maksada ulaştıran şey’in de maksud olması lâzım gelir. Bizi bu mühim maksada götüren, gâyeye-hedefe ulaştıran en büyük vesîle, râbıta-i şerife olduğuna göre, onun da maksud ve me’mûrun bih olduğu (dînen emredildiği) hakikati ortaya çıkmış olur.(8)

Bu bahsi bir hadîs-i şerifle noktalayalım. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Ümmetimin hayırlılarından bir topluluk vardır ki, Allâh’ın rahmetinin genişliğinden dolayı, açıktan gülerlerse de, azâbının korkusundan dolayı, gizli gizli ağlarlar. Onların vücutları yerde, kalbleri semâdadır. Ruhları dünyada, akılları âhirettedir. (Yeryüzünde) sekîne(9) ile yürürler, vesîle ile Allâh’a yaklaşırlar.”(10)


II. SÜNNET İLE İSBATI

Râbıta-i şerifenin sünnet ile isbâtına gelince...
Bu hususta birçok hadîs-i şeriften câiz olduğu hükmünü çok açık bir şekilde çıkarmak mümkündür. Meselâ, “Ameller niyetlere göredir; herkes için niyet ettiği şey vardır” meâlindeki hadis-i şerif, bunlardan biridir. Bilindiği gibi ameller, bedenî ve kalbî olmak üzere iki kısma ayrılır. Buna göre kişi, mubah olan hareket ve tasavvurlardan herhangi birine tâat olarak niyet etse, o hareket ve tasavvurun tâat olacağı bedîhîdir; yani, îzah ve isbâta ihtiyaç olmayacak derecede açıktır.(11)

Kezâ, Sahîh-i Buhârî’de zikrolunan bir hadis-i şerifte geçen şu cümleler de delildir. Şöyle ki:
Hz. Ebû Bekir (r.a.) bir gün, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’e, “Yâ Resûlallah! Rûhâniyet cihetinizle, halâ’da bile hayâlimden ayrılmıyorsunuz” diyor. Nitekim Sıddîk-i Ekber radıyallâhü an zâtihi’l-athar hazretleri, bu sebeple Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’den son derece hayâ ederlerdi.(12

Kısaca, aç bir kimsenin tok olan birine, “Sen de açsın!” demesi, tok olanın da aç olmasını gerektirmediği gibi, itiraz eden kimsenin, “râbıtayı sahih görmüyorum, doğru bulmuyorum” demesi de, râbıta-i şerifenin sahih olmamasını îcab ettirmez.

Ayrıca mânevî bir ibâbetin, daha çok edille-i şer‘iyenin bâtınî ve mânevî tarafları ile sâbit olmasının gerektiği de mâlumdur. Hâl böyle olunca, âyet-i kerimelerin ve ehâdîs-i nebeviyenin bâtınî mânâlarına âşinâ olmayan, hatta bu sâhada hiçbir nasîbi bulunmayan kimselerin râbıtâ-i şerifeyi doğru kabul etmemeleri yersizdir. O bakımdan onların, en insaflı şekliyle râbıta ehline, “Hak olduğunu iddia ettiklerinizle beraber olunuz” demeleri îcab eder. Aksi hâl, yani râbıta-i şerifenin dînen sâbit olduğunu inkâr ve hatta İslâm’ın dışında bir şey olduğunu iddia etmeleri, hem kendilerini hem de diğer insanları dalâlete düşürmekten başka bir işe yaramaz.(13)
Hele hele râbıtaya, “Kaynağını Budizm’den aldığı ve İslâm’a zaman içinde yamandığı bütün çıplaklığıyla ortada bulunan, üstelik bir Hind meditasyonundan asla başka bir şey değil”(14) diyerek, âdeta Güneş gibi ortada apaçık duran nassları ilmî usûl çerçevesinde değerlendirmeyip sadece zâhirine göre hükmetmek, ya da kendi keyfince, nefsinin hevâ ve hevesine göre yorumlamak insanı nereye götürür, hangi hükmün altına sokar çok iyi düşünmek lâzım.


III. İCMA‘ İLE SÜBÛTU

Râbıta-i şerifenin icma‘ ile isbâtına gelince; şurası muhakkaktır ki, tasavvufla meşgul olan âlimler, râbıtanın meşru‘ olduğu hususunda icma‘ etmişler... Bunlardan kalabalık bir cemaat da bu icma‘ı tesbit edip üzerinde ittifak etmiştir. Ve bu husus, yani râbıtanın dînen meşru‘luğu, onların nezdinde çok meşhur olan bir hükümdür. Muğlak ve kapalı bir yanı, şüphe ve tereddüde mahal olacak bir tarafı yoktur.

Tasavvuf ehlinin râbıta ameli üzerindeki bu icma‘ı, kendi mezheplerinde delildir ve bu yolda olanların da bunu kabûl etmeleri vâciptir. Bu gibi mânevî meseleleri kuşatıcı bir ilmî yeterliliğe sahip bulunmayan kimselerin ise, onlara itiraz etmeleri câiz olmaz.(15)


IV. KIYÂS-I FUKAHÂ İLE SÜBÛTU

Râbıta-i şerife, edille-i şer‘iyenin dördüncüsü olan kıyas ile de sâbittir. Şöyle ki:

Bütün fukahâ, namazda huzûru celbetmek için, namaz kılanın, işâret edilen yerlerin hâricine bakmamasının sünnet olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu hâl, kişide himmet ve gayreti toparlar, dağınıklığı giderir. Râbıta da işte böyledir; o da, Allâh’ın gayrindeki her şeyi kalbten kovmak ve huzûru celb etmek için yapılır. (16)

Yine âlimler, namazda kalb huzûrunun şart olduğunu, şayet tamamında mümkün olmazsa tamamen de terk edilemeyeceğini; hiç değilse cüz’î bir miktarında kalbî huzûrun bulunmasının zarûrî olduğunu ifade etmişler... Bunun için de en müsâit yerin, iftitah tekbiri olduğunu söylemişlerdir.
Ayrıca kıyâmda, “İyyâke na‘büdü ve iyyâke nesteıyn (Ancak sana ibâdet eder, senden yardım dileriz)”(17) âyetini okurken, kalbî huzûr üzere bulunmak yani kalben Allâh’ın huzûrunda olduğunun şuurunda olup gaflette olmamak... İlk ve son ka‘dede, Tahıyyât’ta, “... es-selâmü aleyke eyyühe’n-Nebiyyü ve rahmetullâhi” derken de, kendisini Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in huzûrlarındaymış gibi tahayyül ve tasavvur etmek îcab ettiğini beyân etmişlerdir.

Bütün bu anlatılanlar ise, râbıtadan başka bir şey değildir. Zira râbıta, mâsivâyı kalbten atmak ve huzûru temin etmek maksadıyla yapılır; huzûru temin ettiği ise tecrübe ile sâbittir. Binâenaleyh, kıyâsa da uygun olmadığını söylemek isabetli bir görüş olmaz.

Bütün bu senetlere rağmen yine de itiraz eden bazıları, “Bu hususta bir delil olsaydı, bize de ulaşırdı” derlerse, şöyle cevap verilir:
Bu mevzûdaki delillerin size ulaşmaması, o delillerin olmamasını iktiza etmez. Sizin bu delilleri bilmemeniz, başkalarının da bilmemelerini îcap ettirmez.

Sonra, bir şahsın sûretini kalbte hazırlamak, niçin yasak ve küfür olsun. Zira sohbet dediğimiz ibâdet de, Resûlüllah’ın (s.a.v.) sûretini kalb aynasına tab‘etmek için yapılmıyor mu? Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizi hatırından çıkarmayan insan, onu kalbine tab‘eden insandır. Râbıta ehli olan mürid de, Resûlüllah Efendimiz’in hakîki vârisi olan mürşidinin sûretini tasavvur ile kalbine tab‘etmeye çalışan insandır.
Ayrıca, bu itirazlara mukabil râbıta ehli, “Râbıta-i şerife için hiçbir delilin bulunmadığını ve bizden evvel de hiçbir kimsenin bu ibâdeti yapmamış olduğunu farzetsek bile, biz faydasını gördüğümüz için yapıyoruz... Kişinin; sevdiğini tasavvur, onun elini-ayağını öptüğünü tahayyül veya sevdiğinin kalbine konulduğunu mülâhaza etmesini; Kitap, sünnet, icmâ‘ ve kıyas nehyetmiş midir ki, râbıtanın dinde olmadığını iddiâ ediyor, meşru‘iyetini kabul etmiyorsunuz?”(18) derse, acaba itiraz edenlerin cevabı ne olabilir?

Elbette ki ilmî, mâkul ve mantıklı bir cevapları olamaz. O halde râbıta-i şerifenin, kıyas yoluyla İslâm’a aykırı bir amel olduğunu iddia etmek de doğru olmaz.


“EŞYADA ASLOLAN HELÂL OLMAKTIR”

“Eşyada aslolan hıll”dir”(19) yani helâl olmasıdır. Haramlık ârızîdir, sonradan oluşur. Şerîatın açıkça nehyetmediği/yasaklamadığı her şey mubah ve yapılması câizdir.

Tasavvur ve tefekkürden ibâret olan râbıta-i şerife hakkında hiç bir şer‘î delilin olmadığını –farazâ– kabul etsek bile, menhiyyün anh yani dînen haram ve yasak olduğunu isbat edebilmek mümkün müdür? Tabii ki değildir. O takdirde, râbıta-i şerifenin mubah bir fiil olduğu, hiçbir itirâza yer olmayacak kadar açıktır.

Hâl böyle olunca, neticeye gitmek için deriz ki; mubah bir fiile devam etmemiz sayesinde, mendub olan bir şeye ulaşırsak, o mubah olan fiilin de mendup olduğu anlaşılır.

Demek oluyor ki, râbıta-i şerifenin gayr-i İslâmî olduğunu söylemek doğru bir iddiâ olamaz.(20)

Yine bilindiği gibi, namaz kılan kimsenin, kıyamda secde mahalline bakması sünnettir. Ama karanlıkta namaz kılan ile a‘mâ olan kimseler, göremedikleri için, namaz esnasında secde mahalline baktıklarını tasavvur ederler.

Bütün bu haller, bir nevi râbıta değil midir? Maksat; kalbi bir noktaya toplayıp, huzûru celb etmek ve Allâh’ın (c.c.) huzûrundaymış gibi namaz kılmak değil midir?

Kaldı ki râbıta-i şerife, sayıları tevâtür haddine ulaşmış bir topluluğun amelidir. Her biri, râbıta-i şerifenin meşru‘iyetini, lüzûmunu, faydasını îzah ve isbat etmişlerdir.

Bunlardan birisi de, amelde mezhebimizin müessisi olan İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe rahimehüllahdır (80/699-150/767). Zât-ı âlileri, diğer bazı evliyâullah hazerâtı gibi büyük evliyâdandır... Vefatlarından iki sene evvel, Silsile-i Sâdât-ı Nakşibendiye’den nübüvvet ve velâyet yollarının kendisinde birleştiği Câfer-i Sâdık’ı (r.a.) buluyor ve ona intisap ederek râbıta usûlü ile ahz u feyz eyliyor.

Ona bağlı bulunduğu bu son iki sene zarfında, öyle bir vâridât-ı sübhânî, feyz-i Rabbânî ve nûr-i İlâhî’ye kavuşuyorlar ki, “Âlimler peygamberlerin vârisleridir”(21) meâlindeki hadis-i şerifin mûcibince, zâhir ve bâtın ilimlerde Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in vârisi, Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiye’nin 12 şûbesinden A‘zamiye kolunun da reisi oluyorlar.

Ancak, tasavvuf sâhasında pek fazla bir şey konuşup yazmadılar... Çünkü, onların zamanında en büyük ihtiyaç, akâid ve fıkıh ilmi sâhasında idi. Bu itibarla, akâid ve fıkıh ilminin yayılmasına çalıştılar; himmet ve gayretlerini bu sâhada teksif ettiler. Zira âlimler-ârifler, kendi aralarında vazife taksimi yaparlar. Her biri kendi zamanında, hangi sâhada hizmet vermesi îcap ediyorsa, o sâhada tezâhür eder.

Bu sebeple İmâm-ı A‘zam hazretleri de, kemâlâtını zâhirî ilimlerde göstermekle beraber, bâtınî ilimlerde de son derece kemâl sahibi idiler. Ve bu kemâlâta, yukarıda açıkladığımız üzere, Câfer-i Sâdık (r.a.) gibi kâmil ve mükemmil bir mürşidin eteklerine yapışıp teslim olarak ve ona râbıta-i muhabbetle bağlanarak nâil oluyorlar... Nâil oldukları bu büyük istifâde ve istifâza devletini de, “Levle’s-senetân, le heleke’n-Nu‘mân (İki sene olmasaydı, Nu‘man helâk olmuştu!)” vecîz kelâmlarıyla ifade ediyorlar.(22)

Bu kadar İslâm ulemâsının yalan üzerine ittifakları muhâl olduğuna göre, râbıta-i şerifeyi tekzip nasıl mümkün olabilir? Hele de bunu inkâr edenlerin ilmi, isbat eden ulemânın ilmi yanında, cevhere nisbetle kömür mesabesinde ise –ki öyle olduğu muhakkak– bu durumda ilmin cevherine sahip olan ulemâya karşı, basit ve nisbî bir bilgi ile muârazaya kalkışmamalıdır.

Böyle bir hareket, Tefsîr-i Kebîr sâhibi Fahr-i Râzî hazretleri ile sadece hece harflerini bilen birinin muârazaya kalkışması gibidir.

Halbuki münâsip olan; büyüklerin kadrini itiraf edip, kıymetli sohbetlerinden mahrum olsa bile, onları sevmektir... Sevemiyorsa, hiç olmazsa, onlara dil uzatıp kötü sözler sarf etmemektir.(23)


DİPNOTLAR
(1) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/35.
(2) Tefsîru Rûhu’l-Beyan, 2, 387-388.
(3) Taberânî, Mu‘cemü’s-Sağîr, 2, 82-83; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8, 253; Beyhakî, Delâil, 5, 488-489; Şevâhidü’l-Hak’tan Vehhâbîlere Cevaplar, Mehmed Emre, Fazilet Neşriyat, İst., s. 134.
(4) Risâle-i Kibrît-i Ahmer, Li-Muharrihî, s. 6.
(5) Kur’ân-ı Kerim, Âl-i İmrân sûresi, 3/ 31.
(6) Âdâb-ı Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye Risâlesi, s. 11.
(7) el-Mektûbât, Fazilet Neşriyat, İstanbul, 1, 3.
(8) Hüseyin ed-Devserî, er-Rahmetü’l-Hâbita…, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbâni hâşiyesi, 1, 223.
(9) Sekîne; kelime olarak vakar, ağırbaşlılık ve sükûnet mânâlarınadır. Tasavvufta ise sekîne, kalbte bir nûrdur ki, kalb onunla müşâhede ettiklerine karşı sükûnet bulur, mutmain olur. (Bursevî, İsmîl Hakkı, a.g.e., 9, 12) Başka bir ifadeyle, gaybla ilgili hususların gelişi esnasında kalbin bulunduğu itmi’nân ve huzûr hâlidir. Sekîne; nûr, kuvvet ve ruhtan meydana gelir, korkan kişi o sayede sükûnete erer, mahzûn olan da tesellî bulur. Günahkâr-isyankâr ve cür’etkârlar ona sığınır. (Herevî, Menâzilü’s-Sâirîn, s. 29; İbnü Arabî, Istılâhâtü’s-Sûfiyye)
(10) el-Gazâlî, İhyâu Ulûm, 1, 57’de, İmam Hâkim ve Beyhakî’den rivâyet etmiştir; ayrıca bkz. Rûhu’s-Salât Aynü’l-Hayat.
(11) Hüseyin ed-Devserî, a.g.e., 1, 223.
(12) Âdâb-ı Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye, s. 10.
(13) Hüseyin ed-Devserî, a.g.e. c.1, s. 233-234.
(14) Ferit Aydın, Tarîkatta Râbıta ve Nakşibendîlik, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2000, s. 66.
(15) Hüseyin ed-Devserî, a.g.e., 1, 224.
(16) Hüseyin ed-Devserî, a.g.e., 1, 224.
(17) Kur’ân-ı Kerim, Fâtiha sûresi, 1/ 4.
(18) Hüseyin ed-Devserî, a.g.e., 1, 225-226.
(19) Bu kâide, Hâniyye’de, “el-Aslü fi’l-eşyâi’l-ibâha: Eşyada aslolan ibâhadır, yani mubah olmasıdır” diye zikrolunmuştur. (Bilmen, Ömer Nasuhi, a.g.e. 1, 298)
(20) Hüseyin ed-Devserî, a.g.e., 1, 238.
(21) Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn-i Mâce ve İbn-i Hibbân (rahımehümüllâh) Ebudderda’dan (r.a.) rivâyet etmişlerdir.
(22) Erol, Ali, Hâtıratım, 1. baskı, s. 46-47; Meyan, A. Fâruk, Dört İmam, Salah Bilici Yayınları, No: 22, İstanbul 1968, s. 132.
(23) Hüseyin ed-Devserî, a.g.e., 1, 239.


Blog Paylaşımları

MollaCami.Com