Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Didaktik Şairimiz Nâbî'nin 296'ncı vefat yıldönümü (12.04.1712) "Burada edepsizlikten sakın!"

Halis ECE

"Burada edepsizlikten sakın!"


Didaktik Şairimiz Nâbî (1642) - (12.04.1712)

1642’de yılında Urfa’da doğan meşhur dîvan şarimiz Nâbî, şehrin tanınmış ailelerindendir. Peygamberler şehri Urfa’nın manevi ikliminde iyi bir eğitim ve öğretim almış; Arap ve Fars dillerini çok iyi bilmektedir. Devrinde “Sultanü’ş-Şuara” ünvanı ile anılmıştır. Asıl adı Yusuf'tur.

Nâbî, 24 yaşında İstanbul'a gelmiş... Kendisini himaye eden Musahip Mustafa Paşa'nın vefatı üzerine İstanbul'dan ayrılıp Halep'e gitmiştir. Burada 25 yıl kadar ikamet eden şair, o günkü şartlara göre rahat sayılabilecek bir hayat yaşamıştır.

1710'da tekrar İstanbul'a dönen Nâbî, çeşitli devlet memurluklarında bulunmuş, 12 Nisan 1712’de de burada vefat etmiştir. Mübarek naaşı, Üsküdar'da Karacaahmet Mezarlığı'da medfundur.
***

Yaşadığı dönemde üstad bir şair olarak kabul gören Nâbî, daha çok didaktik (öğretici) şiire önem vermiştir.

Nâbî, hikemî tarzın edebiyatımızdaki üstadıdır. Sağlam bir tekniği ve kusursuz-pürüzsüz denilebilecek tarzda bir dile ve üslûba sahiptir. Türk edebiyatının büyük şairlerinden biridir. (1)
***

NÂBÎ’NİN HAC YOLCULUĞU, MEŞHUR ŞİİRİ VE MÜEZZİNLERİN RÜYASI

17. asırda yaşamış, zahiri eğitim ve öğretiminin yanında batıni/tasavvufi terbiye de görmüş olan Peygamber âşığı dîvan şairimiz Nâbî, padişah IV. Mehmed döneminde Hacca gitmek üzere bir kısım devlet erkanıyla birlikte yola çıkar. Takvimler miladi 1678 yılını göstermektedir. Bu hac yolculuğu esnasında yaşadığı rivayet edilen önemli bir hadise vardır. Şöyle ki:

Hac kafilesi hazırlanır ve yola koyulur…

Hatırlamakta fayda var; o dönemde günlerce süren meşakkatli bir yolculukla ancak menzile ulaşılabiliyordu… Şairin de içinde bulunduğu kafile Medine’ye yakın bir yerde vakit geç olduğu için mola vermişti…

Nabi, mübarek yerlere yaklaşmış olmanın heyecanı ile uyuyamamıştır. Gözleri etrafta gezinirken devletlû bir kişinin, ayaklarını Kıble’ye karşı uzatarak yattığını görür. Böyle durumlarda çok hassas olan şair, edebe aykırı bu gaflet hâlini görür görmez, içinden gelen bir ilhamla, irticalen aşağıdaki kasideyi söyler:

Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-i Hudâ’dır bu
Nazargâh-i ilâhidir, Makam-ı Mustafâ’dır bu

Felekde mâh-i nev, Bâbüsselâm’ın sîne-çâkıdır
Bunun kandili Cevzâ, matla’-i ziyâdır bu

Habib-i Kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazilette
Tefevvuk-kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i adem zâil
Amâdan açdı mevcûdât düş ceşmin tûtiyâdır bu

Muraât-ı edep şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyandır cilvegâh-ı enbiyâdır bu


Şiiri, bugünkü konuşulan dille şöyle ifade edebiliriz:

Burada edepsizlikten sakın, çünkü burası Allah Habîbi'nin/Sevgilisinin diyârıdır, İlahî bakışlarla süzülen Makam-ı Mustafa'dır.

Gökteki yeni ay, Bâbüsselâm’ın (Selâm kapısının) yüreği yanık âşığıdır. Ayın kandili Cevzâ yıldızı bile ışığının nûrunu O’ndan almaktadır.

Burası, Allah’ın (c.c.) Sevgilisi'nin ebedî istirahatgâhının, türbesinin bulunduğu yerdir ve fazilet bakımından Cenâb-ı Hakk’ın Arş’ının bile üstündedir.

Bu toprağın ziyâsından, yokluğun karanlıkları ortadan kalktı… Bütün yaratılmışların görmeyen gözleri açıldı; çünkü bu toprak, gözlere şifa veren sürmedir.

Ey Nâbî, bu dergâha edep ölçülerini gözeterek gir; zira burası meleklerin tavaf ettiği ve Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tecelli ettiği bir yerdir. (2)

***

Bu beyitleri duyan kişi hemen toparlanır, ayağa kalkar. Davranışı kasti değildir ama çok utanır, mahcup olur. Bir müddet sonra herkes toparlanır ve yola koyulurlar. Sabah ezanları okunurken Medine’ye yaklaşmışlardır. Fakat hayretler içerisindedirler! Mescid-i Nebî’nin bütün minarelerinden müezzinler salâ verir Nâbî’nin biraz önce dile getirdiği kasîdeyi okumaktadır: “Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-i Hudâ’dır bu / Nazargâh-i ilâhidir, Makam-ı Mustafâ’dır bu” diyerek…

Namazlar kılındıktan sonra kafilede bulunanlar büyük bir şaşkınlık içinde müezzinlere sorarlar:

— Bu şiiri Nabi daha bu gece yolda iken söylemişti. Siz nereden biliyorsunuz?

Aldıkları cevap hem enteresan, hem muhteşemdir:

— Peygamber efendimiz (s.a.v.) bu gece rüyamızda bize bu kasîdeyi öğretti ve sabah ezan’ından önce okumamızı söyledi.
***

Bu husustaki bir başka rivayetse şöyledir:

Şair Nâbî, zamanın paşalarından birinin ilgi ve iltifatına mazhar olur ve aynı kafilede beraberce hac yolculuğuna çıkarlar.

O devirlerde hacca deve ile gidilir. Develerin sırtına yüklenen ve mahmel ismi verilen, iki kişinin rahatça yolculuk edebileceği bir semer vardır.

Nabi ile Paşa da böyle bir devede yolculuk ederler. Nihayet bir seher vaktinde Medine topraklarına ayak basarlar. Nâbî, Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) mübarek kabrini ziyaret edeceğim diye heyecanlanır; mahmelin öbür tarafında ise Paşa yatmış uyuyor, hem de ayakları Kıble’ye karşı! Bu durum Nâbî' yi müteessir eder.

‘İki cihan güneşinin bulunduğu topraklara geldik. Biraz sonra Medine şehrine gireceğiz. Böyle yatmak hiç münasip olur mu?’ diye düşünür ve bu heyecanla dudaklarından yukarda geçen o mısralar dökülür.

Nabi farkında olmayarak bu mısraları birkaç kere tekrarlar. Her tekrar edişte sesi biraz yükselir... Ve nihayet öbür tarafta uyumakta olan Paşa uyanır.

— Nabi ne oldu, ne söylüyorsun, der. Nâbî de:

— Efendim, Peygamberimizin (s.a.v.) kabr-i sadetlerinin bulunduğu Medine şehrine geldik de, bazı şeyler hatırladım, bunları söyledim.

Paşa da Nâbî'nin heyecanına katılır. Abdest alıp yaya olarak Medine sokaklarında Ravza-i Mutahhara'ya doğru yürürler. Bu esnada kulaklarına bir ses gelir. Durup dinlerler.


Gelen ses Mescid-i Nebî'nin minarelerinden yükseliyor. Sesi dikkatle dinleyince, biraz evvel Nâbî'nin söylediği mısraların müezzin tarafından okunduğu anlaşılır. İyice duygulanırlar. Paşa Nâbî'ye şöyle seslenir.

— Nabi bu hal nedir? Nâbî de:

— Bilmiyorum, der.

Her ikisi de sükût ederler ve beraberce minarelerden birinin kapısına giderler. Müezzinin minareden inmesini beklerler. Müezzin inince:

— O söylediklerin ne idi, onları ne için söyledin, sebebi nedir, diye sorarlar. Fakat müezzin bir türlü söylemez. Ne kadar ısrar ederlerse de, "Söylemem, kafamı kesseniz de söylemem!" deyince:

— Ama, der Nabi, bunları biraz önce ben söyledim. Sana kim haber verdi? Bu sefer müezzinin tavrı ve şekli değişir, heyecanla:

— Senin ismin Nabi mi? der.

— Evet, cevabını alınca müezzin, Nabi'nin ellerine, Nabi de müezzinin boynuna sarılır. Bu dehşetli manzarayı seyreden Paşa, dayanamayıp:

— Nereden bildin bunun isminin Nabi olduğunu, Allah aşkına söyle, der. Müezzin rüyasını anlatır: Efendim der, akşam abdestli olarak yatmıştım. Biraz evvel Peygamberimizi (s.a.v.) rüyamda gördüm. Ey müezzin kalk, yatma! Ümmetimden benim âşıklarımdan Nâbî isminde bir şair, beni ziyarete geliyor. Hakkımda şu kasideyi yazdı; hoşuma gittiği için bunu okumanı arzu ediyorum. Şu cümlelerle minareden onu istikbal et/karşıla, dedi. Ben de hemen kalktım. Abdest aldım. Peygamberimizin (s.a.v.) iltifatına mazhar olan o âşık kimdir diye düşünerek minareye koştum ve rüyamda Efendimizden (s.a.v.) öğrendiğim beyitleri aynen okudum.

Nâbî, sevincinden oracığa bayılıp düşer. O bu iltifata, Rasûlüllah Efendimiz’e (s.a.v.) duyduğu edep ve muhabbet vesilesiyle nâil olmuştur. (3)

Allah dostlarına göre edep, insanın bedenindeki ruhtur, enbiyâ ve evliyânın göz ve gönül nurudur, şeytanın ve nefs-i emarenin katilidir, insanla hayvanı birbirinden ayıran en önemli haslettir/vasıftır. Budan dolayı yine denilmiştir ki:

Edep bir tâc imiş nûr-i Hüdâ'dan
Giy ol tâcı, emin ol her belâdan


Allah ve Rasûlü’ne yükselen merdivenin basamakları, ancak edeple çıkılır... Edepten yoksun olanlar, manevi derece itibariyle terfi ve terakkiden de mahrumdurlar.

Evet, hikâyeler biraz değişik. Ama eskilerin tabiriyle, “rivayetler farklı da olsa, maksat bir”.
***

ŞİMDİ DE GELELİM ŞAİRİMİZİN ESERLERİNE

Nâbî’nin yayımlanmış Dîvân'ından başka bir Farsça Dîvânçe'si, Hayriyye, Hayrabad ve Surnâme adlarında üç mesnevisi bulunmaktadır.

Tuhfetu’l-Haremeyn’i, “Hicaz Seyahatnamesi” adıyla Seyfettin Ünlü tarafından terceme edilmiş ve Timaş Yayınları’nın Hicaz Seyahatnamesi dizisi arasında neşredilmiştir.

Hikmet ve irfana dayalı şiirleriyle meşhur olan Nabi, bu seyahatnamesini de yer yer, şiirinin en güzel örnekleriyle süslemiştir.

Hayriyye’si Bedir Yayınevi tarafından 1989’da neşredilmiştir. Kitap, 15.5 x 23.5 cm. ebadında, 256 sayfa, Türkçe ve Karton kapaklıdır.

Yaşadığı asırda “edebiyatımızın pîri” olarak anılan hikmet şâiri Nâbi merhum, oğluna hitâben kaleme aldığı adı geçen bu eserinde, yani “Hayriye” isimli nasîhatnâmesinde diyor ki:

Şükr kıl ni‘metine Mevlâ'nın / Tâ ziyâde ola âb u nânın

Şu demek: Allâh'ın nimetine şükür ile kanatkâr ol ki; ekmeğin ve suyun (rızkın) aslâ kesilmesin, daima artsın.

Onu taklid ile tâkip eden bir başka söz ustası Sünbülzâde Vehbî (V. 1808) merhum da yine oğluna şöyle bir öğüt veriyor:

Yine sen eylegör kim iffet
Bulasın mâlde hayr u bereket
Ya‘ni terk etme rüsûm-i vera‘ı
Halkın emvâline kılma tama‘ı


Yani demek istiyor ki: Her işte iffeti elden bırakma ki, malından hayır ve bereket göresin. Haramdan sakınmayı aslâ terk etme ve hiçbir vakit halkın malına göz dikme.

Materyalist toplumumuzun ictimaî/sosyal marazlarından en belli-başlıları, bize bu şâirlerimizin kaçınmamızı söyledikleri ihtiras, tamah yani açgözlülüktür. Bunların ilacı da yine onların tesbitleriyle; şükür, kanaat, iffet ve haramdan kaçınmaktır. Bu yoldaki pek çok tavsiyeler, dînî eserlerimizin birçoğunda mevcuttur. Şüphesiz Nâbi ve Vehbî de zaten o çeşit kaynakları okuyarak büyümüş ve bizâtihî kendi şahsiyetlerinde bunu tecrübe ile hazmetmiş kişilerdir; bu değişmez hakikatleri, o güzel şiirleriyle dile getirmişlerdir.

Pek çoğumuz bu ilaçları yerinde ve zamanında tatbik edemediğimiz içindir ki; bu çeşit hastalıklara tutulur, rızık korkusu çeker, şeytanın bizi fakirlikle korkutmasına kanıveririz.

Doğrusunu isterseniz, “tüketim toplumunda” bu imtihandan yüzünün akıyla çıkmak da ateşten gömlek giymekle müsavidir, denilse yeridir.

Âile fertlerinin her biri ayrı ihtiyaçlar gösterip dururken, gelirin masrafa denk bütçe ile kotarılması elbette ki zordur.

Ancak şükür ve kanaattir ki insanı rahatlatır, endişelerini giderir.

Hele bir de haramdan kaçınıp iffetinizi koruyorsanız, birdenbire malınızın bereketlendiğini görürsünüz.

Değil mi ki Rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes hazretleri razzâk-ı âlemdir, rızka kefildir; o halde ona lâyık kul olmak, bu kefâleti hak etmeye kâfi gelecek, hatta artacaktır.

Eğer rızk sıkıntısı çekiyorsak, bu ilaçları bir kez deneyelim. Elimizde hayır-hasenat için bile para kaldığına şahit oluruz. Bunda hiç mi hiç şüphemiz olmasın.
***

NÂBÎ’DEN ÇOK ÖNEMLİ BAZI BEYİTLER

Kendisine kötülük edenler, bedduada bulunanlar için şöyle hayır-dua ediyor o yüce gönüllü insan:

Yıkanlar hâtır-ı nâşâdımı Yârabbi şâd olsun
Benim çün nâmurâd olsun diyenler bermurâd olsun


Şöyle demek: Ya Rabbi, hüzünlü-kederli gönlümü kıranlar-yıkanlar, mesrur-bahtiyar-mutlu olsun. Benim için muradına ermesin, bahtsız-talihsiz olsun diyenler, muradına ersin, arzusuna kavuşsun.
***

Tütünün kötülüğünü bir teşbihle/benzetmeyle ifadeye çalışıyor:

Gâh şimşîr-i sitem, gâh azâb-ı âteş
Küşte-i kavm-i nasârâ gibidir tönbâkû


Yani tütün önce kıyıldığı, sonra da ateşle yakıldığı için Nâbi merhum onu, bir Nasârâ (gayrimüslim) kavmi ölüsüne benzetmiştir.
***

İyilik ve ikramın unutulduğunu

Rüsûm-i lûtf u kerem halk içinde mensîdir
Fakat alıp verilir bir selâm kalmıştır


serzenişiyle dillendiriyor ki şu demek: Halk arasında iyilik ve ihsan âdetleri unutulmuş, alınıp verilir sadece bir selâm kalmıştır.

Peki toplum o gün öyle idiyise, ya bugün ne haldedir, demeye bile dilimiz varmıyor; çünkü zaten neyin ne olduğunu fiilen yaşıyoruz.
***

Sabır ve vefa’nın kayboluşunu, bugünkü neslin bile rahatlıkla anlayabileceği kelime ve kavramlarla gayet açık ve veciz bir tarzda şöyle anlatıyor:

Bende yok sabr u sükûn, sende vefâdan zerre,
İki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kerre.

***

Halkı önce soyup sonra da teselli vermeye kalkışanlara…

Halkın emvâlin alıp sonra tesellî vermek,
Füls-i mâhîyi soyup yağda pişirmek gibidir.
Gûsfendânın edip kat‘ tarîk-ı nefesin,
Ayağından üfürüp sonra şişirmek gibidir.


Bugünkü konuşulan dille ifade edecek olursak, demek oluyor ki:

“Halkın malını elinden alıp, sonra da ona tesellî vermek; balığın pullarını soyup, yağda kızartmak gibidir. Yahut da bu; koyunun önce nefes borusunu kesip, sonra ayağından üfleyerek şişirmeye benzer.”
***

Cimrilikten-bencillikten sakındırmak, cömertliği teşvik

Yalnız lokmaya bâz etme dehen
Hissedâr et yediğin nimetten


Beytin mefhûmu: “Yalnız başına ağzına lokma girmesin; yediğin nimetten muhtaçlara da yedir” demektir.


DİPNOTLAR
(1) Nihad Sâmi Banarlı, Türk Edebiyatı Tarihi, Devlet Kitapları, Mİlli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1987, II, 669-673.
(2) Çeviride yararlanılan kaynaklar: Halil İbrahim Şener, Tâhirü'l-Mevlevî'nin Na't-ı Şerîf-i Nâbî'si ve Tahlîli, İstem Dergisi, Sayı: 1, s. 11 vd., Nâbî Divanı (Hazırlayan Dr. Ali Fuat Bilkan), MEB Yayınları, Türk Edebiyatı Dizisi, İstanbul 1997, II/952.
(3) Dr. Dilaver Selvi, Kaynaklarıyla Tasavvuf, Semerkand Yayınları, 11/8, Ziyaret Edepleri ve Yolculuk Hükümleri.

ALLAH razı olsun ellerinize yüreğinize sağlık bizi aydınlattığınız için çok saolun.selametle

Allah razi olsun. Ne büyük insanlar gelmiş geçmiş. Acaba bizim sevgimiz saygımız ne derece :( Onların yanında

Yıkanlar hâtır-ı nâşâdımı Yârabbi şâd olsun
Benim çün nâmurâd olsun diyenler bermurâd olsun

ne güzel buyurmuş



--------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu dava saldırgan küfre ve onun zehirli oklarına karşı zırhlı ve tulgalı erlerden kurulu ordu yetiştirme davasıdır...

ıhlas ve samimiyetlerinde en ufak riyakarlık ve yalan olmayanların ne derecelere ulaştığını görüyoruz..bir sözü aklıma geldi.
""kirik degirmeni 40 yil bekleriz,amma sui edebe tahammulumuz yoktur.kesip atariz ..""
edep gercekten herşeyin önünde onun ulaştırdığı yere hiç bir kuvvet ulaştıramıyor....

Sevgili rose5584, Ecyad ve sevban07;

Öncelikle büyük-değerli, alim-fazıl, aşık-arif şarimizle ilgili bu çok yönlü ve hayli de uzun olan çalışmaya ilginizden dolayı sizleri takdirle tebrik etmek istiyorum. Hele de bu makalenin içinden yaptığınız güzel nakillerle ve Sahib-i Zaman'nın (k.s) o enfes sözleriyle süslemeniz... Hakikaten çok hoş olmuş!

"Kırık değirmeni 40 yıl bekleriz; amma, sû-i edebe tahammülümüz yoktur, kesip atarız." Bu sözü sahib-i salahiyet, varis-i Rasûl olan zatın söylemesi tabii ki çok başbaşka bir mana arz ediyor.

Rabbim, sû-i edepten cümlemizi hıfz u himaye buyursun. Hiç olmazsa "kırık değirmen" olabilmekten mahrum bırakmasın.

Teşekkür ediyorum. Ellerinize sağlık, gözünüze-gönlünüze sıhhat, çalışmalarınıza bereket diyor, başarılar diliyorum.

Selam ve dualarımla...

Şair Nâbi'ye ithafen yazılmış bir şiir


Şair Nâbî

Onun asıl adı Yusuf, bilinen adıysa Nabi
Evliyalar, enbiyalar şehrinde doğdu bit-tabi

Yusuf Nabi tabi oldu, şeyhi Yakup Halife’ye
Kuzulara çoban oldu, başladı muhasebeye

Nefsi fesada başladı, “Hani Hakk’ı bulacaktım?”
“Hani ilimle, zikirle, dolu dolu olacaktım?”

Uzun sürmez içindeki, ayan olur hocasına
Onun gözlerine bakar, varır ilim locasına

Çobanlık bir denemeydi, ilmi doğuştan almıştı
Eğtime ihtiyacı yok, o deryasına dalmıştı

Urfa’da düştü yollara bir gün vardı İstanbul’a
Şu İstanbul kaynar kazan, ere hemencik kabule

Kabulüne sebep oldu, onun edebi şiiri
İltifata ve takdire birden sebep oldu piri

Şahsi duygulardan uzak arzuları aşıp geçti
O, güzeli ve doğruyu, ilim ve hikmetle seçti

O, vazifesinden artan zamanlarda eser yazdı
Güzel düşüncelerini, tek tek gönüllere kazdı

O, bir gönül insanıdır, o bir hikmet şairidir
Hakikatten uzak değil, o yaşayan bir diridir

Dili sade, düzgün rahat, söyleyişi çekicidir
Tüm hikmetli sözlerini gönüllere ekicidir

Unutulmayan kaç şair vardır şu koca dünyada
Nabi’de bunlardan biri, ilhamlar oldu rüyada

“Sakın terk-i edepten kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu”
“Nazargâh-i İlâhi’dir, makam-ı Mustafâ’dır bu”

Müezzinler sabah okur, Mekke’de bunu ezanla
Nabi düşerek bayıldı, sevincinden feyezanla

Yıl bin altı yüz kırk iki gösterir doğduğu yılı
Yıl bin yedi yüz on iki gösterir öldüğü yılı

Yatar Karacaahmet’te, huzurlu hüsnü kabulle
Şu tarihler bile yazar, bir veli şair teville

Varıp bizde hayır ile Nabi’yi çok yâd edelim
Kabrine düşürüp yollar, onu ziyaret edelim.



Şair Nâbî,

Enbiyalar ve evliyalar şehri Urfa'da varlıklı ve ilim sahbi bir aileinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Kendisi de ilim öğrenmek için Şeyh Yakup Halife'ye teslim edilidi. Yakup Halife ona kuzularını gütmekle görevlendirdi. Birkaç günlük çobanlık ederekenİ; içinden kendi kendine soruyordu. 'Ben kuzu gütmeye mi, çobanlık etmeye mi geldim? Bir an önce İstanbul'a gidip de ilmi irfan öğreneyim' diye soruyordu.

Manevi yönüyle bunu gören hocası Yakup Halife bir gün onu yanına çağırır. Hocası: 'Yavrum Yusuf, seni İstanbul'a göndermek istiyorum.' 'Hocam İstanbul kim ben kimim? Bu kadar okumuş, ilerlemiş talebelerin varken...' 'Yavrum, sen ilmi doğuştan almışsın,Yusuf gözlerinle gözlerime bak! ' dedi ve bilmesi gerekenleri de transfer ediverdi.
Yusuf Nabi İstanbul'a gitti ve edebi şiirlerinden dolayı dikkat çekiverdi. Padişaha kadar bir çok iltifata tabi oldu. Bir çok görevde bulundu.

Devlet ricali ile Hacca giderken Mekke yakınlarında gecelediler. Ricalden birinin ayakları Kabe'ye doğru uzanmış olarak görünce dayanamayıp ağzından şu beyitler döküldü. Yatan kişi sözlerin kendine olduğunu anlayınca kendini toparladı. 'Bunu başka duyan oldu mu? Bir başka duyan olursa senin için iyi olmaz' dedi. ve Sabah ezanıyla Mekke'ye vardıklarında tüm müezzinler
“Sakın terk-i edepten kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu”
“Nazargâh-i İlâhi’dir, makam-ı Mustafâ’dır bu”
Şair Nabi'nin bu beyitlerini söylüyorlardı. Hayret ettiler. Namazdan sonra sordular. 'Bu beyitleri nereden duydunuz? Onlar da rüyamızda Peygamberimiz (s.a.v.), 'Ümmetimden şiar Nabi gelecek, onu güzel karşılayın diye beyitleri o verdi' deyince Nabi sordu 'Şair Nabi mi? ' dedi ve orada düşüp bayıldı.

1712'de İstanbul'da vefat etti ve kabri Karacaahmet Mezarlığı'ndadır.

Hasan Kocamanoğlu

Kardeslerim belki dikkatinizi cekmemistir diye yaziyorum. Sair Nabinin(rha) kabri,Karaca ahmet'de Suleyman Efendi Hazretlerinin (kuddisesirruh) Kabri Seriflerinin hemen sol yanindaki cesmenin yaninda dir. Vesselam

Teşekkür ederim sevgili kardeşim KATANA... Gerek ilgin ve gerekse Nâbi merhumun kabriyle alakalı hatırlatman için... Yakın senelere kadar şâhidesi okunacak şekilde dimdik ayaktaydı. Ama birkaç senedir pek de göze ilişmiyor. Herhalde o da bir yerlere kurban gitmiş olacak. Rabbim, modern mezarsoyucuların şerrinden ölülerimizi muhafaza buyursun.

Selam ve dualarımla muvaffakiyetler niyaz ederim Cenab-ı Lem-Yezel'den...

YAZİNİZ ÇOK FAİDELİ OLDU aLLAH RAZI OLSUN . cENABI HAK NEFSİMİZE UYDURMASIN

Bütün kardeşlere şevkatle muamele etmek;şöyleki,büyüge hürmet, küçüğe merhamet etmek.Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemşöyle buyurmaktadır;
"Bizim büyüğümüze hürmet etmeyen ve küçüğümüze şevkat etmeyen ,bizden deyildir"
Ayrıca onların ayakkabılarını koymakla dahi olsa,kardeşlere hizmet etmek.
TOBRAK OLKİ SENDE GÜL YETİŞSİN
ÇÜNKİ GÜLÜN YETİŞTİĞİ YER TOBRAKDIR.

Değerli kardeşim ALANYA SULTANI;

İlgin ve katkın için teşekkür ederim. Rabbim cümlemizden râzı olsun.

Bir beyitinde Nâbi yine der ki:

Etmez zuhur bu arsada bir kimseden kerem
Zımnında kasd-i dâiye-i(*) şöhret olmasa


(*)Dâiye: İnsanı bir iş yapmaya sevk eden motivasyon/isteklendirme unsuru.

Beytin topluca meali: "İşin altında herkes tarafından tanınıp takdir edilmek gibi bir maksat olmasa, bu dünyada kimsenin âlicenaplık göstereceği yoktur." demek oluyor.

Rabbim bizleri, riya ve süm'a için değil, sırf kendi rızası için cömertlikte bulunan kulları zümresine ilhak buyursun.

Selam ve dualarımla...

UÇAK NASILKİ ALÇALINCA BÜYÜR ,İNSANLARDA TEVAZU GÖSTERDİKCE BÜYÜR . UÇAK YÜKSELDİĞİ ZAMAN KÜÇÜLÜR ,HATTA GÖZLERDEN KAYBOLUR. İŞTE İNSANDAMAĞRUR OLDUĞU VAKİT KÜÇÜLÜR ,GÖZLERDEN VE GÖNÜLLERDEN KAYBOLUR.
CENABI HAK BİZLERİ PEYGAMBERİMİZİN ŞEFEATİNDEN .ÜSTAZIMIZIN HİMMETİNDEN MAHRUM ETMESİN (İKİ CİHANDA )
CENABI HAK CÜMLEMİZDEN RAZİ VE MEMNUN OLSUN...............

Gerçekten güzel ve hoş bir teşbihte bulunmuşsun sevgili kardeşim Alanya Sultanı... Allah râzı olsun.
Samimi duaların için de hudutsuz "âmin"ler...

size şöyle bir sorum olacak?sıkca soruluyor halk arasında karıncayı öldürmenin bir mahsuru varmı diye .karınca duası var diye ,bu şekilde soruluyor .bir bilginiz varsa bilgilenelim .

Sevgili ALANYA SULTANI kardeşim;

Öncelikle gerek bu yazı ve gerekse diğer çalışmalarımızla alakalı ilginden dolayı teşekkür ederim.

Sonra da sorduklarına gelelim.

KARINCANIN ÖLDÜRÜLMESİ VE "KARINCA DUASI"

Özellikle evlerdeki canlıları öldürmeden onları kendi tabii mekânlarına göndermenin yollarını aramamız münasip olur. Asıl itibariyle zararsız olan canlıların hayatını korumaya çalışmalıyız. Şayet bunu yapamıyorsak ve bize zarar da veriyorlarsa öldürmek haram değil, caizdir.

Aslen zararsız olan canlıları öldürmek, hele de işkence yapmak dinimizce kabul gören bir anlayış olmadığı gibi, insanlık açısından da kesinlikle doğru bir davranış olmaz. Dinimizdeki hükmü ise vaziyete göre ya haramdır ya da mekruh.

Mesela; insanlara zarar veren karıncayı suya veya ateşe atmadan öldürmek caizdir. Fare, akrep yılan gibi zararlıları ise her zaman her yerde öldürmek caizdir. Zira Müslim’de geçen bir hadis-i şeriflerinde Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), yılanı ve yırtıcı hayvanları öldürünüz, buyurmuşlardır.
***

İbn Abbas’tan (r.anhümâ) rivayet edilen bir hadis ise şöyledir:

"Rasûlüllah (s.a.v.) dört hayvanın öldürülmesini yasakladı: Karınca, arı, hüdhüd, surad (sarı ve yeşil renkli ağaçkakan kuşu)." (Ebû Dâvud, Sünen, Edeb 176)

Bu hadis-i şerifle dört hayvanın öldürülmesi yasaklanmaktadır:

1. Karınca,

2. Arı,

3. Hüdhüd,

4. Surad.


ed-Demîrî, karınca ile ilgili olarak der ki: "Şerhu’s-Sünne’de Begavî'nin ve Hattâbî’nin de dediği gibi bundan maksad ‘Süleymânî’ denen iri karıncadır. ‘Zerre’ de denilen küçük karıncanın öldürülmesi ise caizdir. İbn Ebî Zeyd, eziyet veren bütün karıncaların öldürülmesinin caiz olduğunu söylemiştir." Hattâbî, bu karıncaların insanlara pek az zarar ve eziyet verdiğini belirtir.

Surad hakkında en-Nihaye´de: "Başı ve gagası iri olan bir kuştur, tüyleri de büyüktür, yarısı beyaz, yarısı siyahtır" denmiştir. Ancak Ahterî´de sarı ve yeşil bir kuş olduğu, bazı lügatlerde ağaçkakan olduğu belirtilir. Hattâbî´ye göre bunun öldürülmesinin yasaklanması, etinin haram oluşundan gelir. "Çünkü der, bir hayvanın öldürülmesi yasaklandı ise, bu ona hürmet için veya onda bulunan bir zarar sebebiyle değilse, etinin haram kılınması sebebiyledir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.), eti yenilmeyen hayvanın öldürülmesini yasaklamıştır." Âlimler, surad kuşu ile cahiliye Arabının teşâümde bulunduğunu ses ve şahsıyla uğursuzluk çıkardığını belirtir. Bazıları: "Onların surad kuşundan hoşlanmamaları ismi sebebiyledir. Çünkü tasridden gelir, tasrid ise taklil (azaltma) demektir" demişlerdir.

Arının öldürülme yasağını Hattâbî, onun faydalı bir hayvan olmasıyla izah eder ve "bal ve mum" imal ettiklerini hatırlatır.

Hüdhüdün öldürülmesinin yasaklanması da, tıpkı surad kuşu hakkında söylendiği gibi "Etinin tahrimi/haramlığı ile ilgilidir" denmiştir. Ayrıca, onun pis koktuğu, dolayısıyla cellâle (pislik yiyen hayvan) durumunda olduğu belirtilmiştir.
***

Biz, alimlerimizin yorumlarına şunu ilave etmek isteriz: Bizce sebebi bilinir veya bilinmez. Esas olan, Rasûlüllah’ın (s.a.v.) yasaklamasıdır. O’nun her yasağında -tıpkı her emrinde olduğu gibi- nice hikmetler, maslahatlar var. Bunların cüz’î bir kısmını bilsek de pek çok kısmını bilemeyebiliriz. Zamanla bilemediğimiz hikmetler peyder pey zuhur edebilir, anlaşılacak hale gelebilir. Nitekim günümüzde, tabiatta mevcut hassas bir dengeden bahsedilmektedir. İnsanoğlu rastgele tasarrufları ve müdahaleleriyle bu dengeyi bozmakta ve sonradan büyük zararlara maruz kalmaktadır.

Öldürülmesi yasaklanan hayvanların bu dengede mühim bir rol sahibi oldukları söylenebilir. Kasır aklımız ve sınırlı bilgimizi, sönük beşerî yorumlarımızı esas alarak nebevî tahdid ve yasakları küçük görme gafletine düşülmemelidir. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14, 162-163)

Cevabımızın bu kısmını dilerseniz şiirli bir fıkrayla noktalayalım.

Kanuni Sultan Süleyman, sarayın bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülmesi için, Şeyhü'l-İslâm Zenbilli Ali Efendi'den, şu beyti yazarak fetva ister:

Dırahta ger ziyan etse karınca
Zarar var mıdır, ânı kırınca?


Şu demek: Ağaca karınca zarar verdiğinde, onu kırmanın, yok etmenin/öldürmenin mahzuru var mıdır?


Zenbilli Ali Efendi, beyitle sorulan suale, yine bir beyitle cevap verir:

Yarın Hakkın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca


Sözün özü: Şayet zarar veriyorlarsa ve öldürmeden onları def etmek de mümkünse öldürmemek lazım. Ama mümkün değilse, fıkhen fetvası var; bununla birlikte takva yolunu tercih edip öldürmemek tabii ki en güzeli…
***

Gelelim sorunun ikinci kısmına…

Sözünü ettiğiniz dua, halk arasında “karınca duası” veya “bereket duası” diye meşhurdur. Kaynaklarda, bu şekliyle Rasûlüllah Efendimizden (s.a.v.) nakledilen bir duaya rastlanmıyor, ya da en azından biz rastlayamadık.

Fakat duanın metnine baktığımızda, ayet ve hadislerde geçen kelime ve mefhumlardan mürekkep olduğunu görüyoruz. O bakımdan bu duanın okunmasında yahut ticarethanelere asılmasında herhangi bir mahzurun olmayacağını, bilakis faydalı olacağını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.

Günümüze kadar gelen ve okumaya mezun kişilerce halen okunan Evrâd-ı Fethiye, Evrâd-ı Bahâiye, Evrâd-ı Şâzelî ve sair virdlerdeki çeşitli dualar da böyledir. Yani esas itibariyle ayet ve hadislerden, rical-i maneviyenin iltica ve tazarrularında tertip edilmiştir. Nitekim bu duaları Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî (k.s.) hazretleri “Mecmûatü'l-Ahzab” isimli eserinde bir araya getirmiştir. Bu virdlerdeki duaların da bazılarının aynıyla Rasûlüllah Efendimizden (s.a.v.) varit olmadığı açıktır. Ancak Sevgili Peygamberimizden (s.a.v.) sonra gelen Onun varisleri, ayet ve hadislerdeki dua manasını ifade eden bu kısımları bir araya getirmişler, Zât-ı âlilerine arz edip kabul buyrulduktan sonra bu şekilde bu metinleri ortaya koymuşlardır.

Bu esas ve uygulamadan hareketle, “karınca duası”nın da kimden ve nereden geldiğini tesbit edememekle birlikte, böyle bir dua yoktur, okunması mahzurludur diyemeyiz. Aksine faydasına ve tesirine inanırız. İnanmayanlara da diyeceğimiz bir şey olamaz. Kendilerinin bileceği bir iştir.

Son söz:

Üstazımız Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) hazretlerinin, kendi el yazısıyla tashih ettiği “karınca duası”nın bizzat şahidiyim. Sonraları Fazilet Neşriyat tarafından da basıldı. Halen mevcut olduğunu biliyorum. Eğer tamamen uydurma ve lüzumsuz bir şey olsaydı, niçin o metni tashih edecekti O büyük zât? Öyle değil mi?

Bu da bizim için zaten yeterli senettir.

Vesselâm…

Karınca olarak değil de bütün mahlukata şamil... İMAM-I RABBANİ HZ ne SORARLAR RIZA-İ İLAHİ NASIL ELDE EDİLİR ŞÖYLE BUYURUR MÜBAREK "ETTAĞZIYMÜ LİEVVAMİRİLLAH, VEŞŞEFKATÜ LİHALKILLAH" ALLAHÜ TEALANIN EMİRLERİNE RİAYET, HÜRMET VE TÜM MAHLUKATA ŞEFKAT!!!


Blog Paylaşımları

MollaCami.Com