Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Didaktik Şairimiz Nâbî'nin 296'ncı vefat yıldönümü (12.04.1712) "Burada edepsizlikten sakın!"

Sevgili RANAGÜL;

Yukarıdaki cevap yazısına, İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerinden naklen yaptığın öz ve enfes katkıdan dolayı teşekkür ederim. Ellerine sağlık.

Selam ve dualarımla...

Şair Nâbi’nin 285. vefat yıldönümü dolayısıyla, 1987 yılı takvim yazıları için kaleme aldığım makale. Farklı bakış açısıyla değişik yönlerini yansıtması açısından dikkat çekici bulduğum için paylaşmak istedim. H. E.
***
“Vefâtının 285. Yıldönümünde şâir Nâbî

“On yedinci yüzyıl Divan Edebiyâtı şâirlerinden olan Nâbî merhum, 1642 tarihinde Urfa’da doğmuştur. Şâirin asıl adı Yûsuf’tur. Birçokları gibi, o da, İstanbul’a geldikten sonra meşhur olmuştur. Muhâsip Mustafa Paşa’nın desteğini alarak divan kâtipliğine getirilen Nâbî, çeşitli vesîlelerle Sultan 4. Mehmed’le görüşme ve padişahın meclisinde bulunma imkânı elde etmiştir. Muhâsip Mustafa Paşa’nın Kethüdâlığı’na kadar yükselen Nâbî, Paşa’nın ölümü üzerine Haleb’e yerleşmiştir. Burada yaklaşık 15 sene ikâmet etmiş ve önemli eserlerinden olan Hayri-nâme’yi burada kaleme almıştır. Halep Beylerbeyliği’nden ikinci kez sadârete tâyin olunan Baltacı Mehmed Paşa, 1710’da şâir Nâbî’yi de beraberinde İstanbul’a getirir. Nâbî’nin İstanbul’a gelişi devrin şâirleri tarafından büyük bir alâkayla karşılanır. 12 Nisan 1712 tarihinde İstanbul’da vefat eden Nâbî’nin, vefâtından önce yazdığı ve kendi ölüm tarihini belirttiği şu Farsça dörtlüğü meşhurdur:

Çün rûh-i kemîn-i Nâbî der-lücce- nûr âmed
Ez-tengî-i tenvârest der-dâr- sürûr âmed
Tahkîk şinâsân-ı ma’ânî-i şühûd ü gayb
Goftend pey-i tarih Nâbî be-huzûr âmed


Mânâsı: Nâbî’nin hakir ruhu, nûr denizine delerek ten darlığından kurtuluverince, birden sevinç yurduna geldi, kavuştu. Görülen ve görülmeyenlerin asıl mânâsını bilenler, tarih olarak “Nâbî huzûra geldi” dediler.

Buradaki “Nâbî be-huzûr âmed”ibaresinin ebced hesabıyla karşılığı hicrî 1124’tür. Bu milâdhi 1712 tarihine tekâbül etmektedir.

Nâbî’nin manzum ve mensur olmak üzere 10 eseri bulunmak-tadır. Bu eserlerden en önemli Türçe Divanı ve Hayri-nâme adlı eserleridir. Edebiyatımızda hikemî (didaktik) tarzın en önemli temsilcilerinden olar kabul edilen Nâbî, 17 yüzyılda Osmanlı düzenindeki çözülmeyi en iyi şekilde değerlendiren şahsiyetlerdendir. Ona göre Osmanlı cemiyet yapısındaki çözülme, Kur’ân-ı Kerîm’in, gerek idareciler gerekse halk tarafından tam olarak anlaşılıp değerlendirilmemesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim şöyle demektedir:

Halk açmadadur birbirine pençe-i târâc!
Ahkâm-ı Hudâ, ma’nî-i Kur’ân unutulmuş.


Şöyle demek: Halk birbirini yağmalama pençesiyle yaralamada, Allah’ın hükümleri ve Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsı unutulmuş.

Nâbî her kimi görsen yürüdür hükmünü nefsin
Hakk’ın bize gönderdiği fermân unutulmuş.


“Şu demek: Nâbî, kimi gördümse nefsine göre hüküm yürütmekte, Allah’ın bize gönderdiği fermân unutulmuş.

Nâbî, kendi devrinin hâdiselerini bir ictimâiyâtçı (sosyolog) tavrıyla değerlendirir. O’na göre 17. yüzyılın mühim aksaklıklarından biri de, liyâkatsiz kişilerin idarî makam ve mevkilere geçmesidir. Bu bir bakıma kaht-ı ricâl (adam kıtlığı)dan kaynaklanmaktadır. Nâbî bu durumu da şöyle ifade eder:

Bir devrde geldik ki azîzan unutulmuş
Tutmuş yerini hurd ü büzürgân unutulmuş.


Bugünkü dille: Öyle bir devirde geldik ki, saygıdeğer insanlar unutulmuş, büyüklerin yerini basit, değersiz insanlar almış.

Bu devirde, kabiliyet ve istîdat sahibi kişilerin değerini bilecek ölçüde insanların da kalmadığını söyleyen Nâbî, sayıları 2 bine yaklaşan şiirlerinin pek çoğunda ictimaî (sosyal) tenkide yer vermiştir. Onun 17. yüzyıldaki müesseseler hakkındaki görüşleri daha kesin ve katıdır. Bugün bile pek çok şâir-yazar ve mütefekkirin ifade etme cesaretinde bulunamadığı, düzenle ve idarecilerle alâkalı mevzu ve meseleleri gayet rahat bir üslûpla tenkid eden Nâbî, Osmanlı Devleti’nde şâir, ilim ve fikir adamlarına verilen ifade hürriyetinin genişliğini ortaya koyar. Meselâ:

"Halk, iş görmeyen idareciye uymaz. Fakat parasız, rüşvetsiz iş bitmez. Bitse de sahibine yaramaz. Bu zamanda idareci olmaya azmeden kişide, hayâ ve edep olmamalı. Birçok âlim kişi, sadece nâm kazanmak uğruna halkın paşa ve kadıya fedâ edilmesine göz yumar. Bunlar rüşvete alet olurlar ve rüşvet yiyenlerle ortaklık kurarlar. Halk bunların hatasını dahi söylemek cesaretinde bulunamaz” gibi ifadeler, bu husustaki kanaatleri tasdik eder mâhiyetttedir.

Oğlu Ebulhayr’ın henüz 7 yaşında bulunduğu bir sırada, 1701’de memleket meselelerini, mesleklerin durumunu, İstanbul’u haraca kesen idarecilerin hareketlerini bütün teferruatıyla anlatan Nâbî, elbette ki bununla Ebulhayr’a öğüt vermekten ziyade, memleketin ahvâlini tasvir ediyor ve idarecileri halktan şaştıkları için tenkid ediyordu.

Nâbî, gerek kendi devrinde gerekse sonraki devirlerde pek çok şâire tesir etmiş ve Nâbî Mektebi adı da verilen tarzın öncüsü olmuştur.

Bu büyük Divan şâirimizi 285. yıldönümü vesîlesiyle bir kere daha rahmetle yâd ediyoruz.”

Muhterem Hocam,

Divan Edebiyatımızda bazı şairlerimizin şiirlerinde ifade edilen;mey,meyhane,şarab vb. zahiren çirkin ifadeler; bazılarınca tenkid edilmektedir.

Ben, onların bir sembol olduğunu, mecazi bir anlatım olduğunu biliyorum,lakin;ilmen bunu isbat edemiyorum yardımcı olur musunuz?
__________________________________________________________________________
Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat'iyetinde,gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecektir.

Değerli kardeşim YOLCU;

İlgin ve soruların için teşekkür ederim; ancak, onlarla meşgul olabilecek vaktim -maalesef- yok. Ayrıca sorduğunun cevabını da, "onların bir sembol olduğunu, mecazi bir anlatım olduğunu biliyorum" diyerek kısaca vermişsin zaten. Ondan ötesini de isteyen ve bu alanla meşgul olan hemen herkes basit bir araştırmayla bulabilir. Hatta kütüphanelere dahi gitmesine gerek kalmadan internetten bile temin edebilir o bilgileri... Mesela "mey", kelime olarak, sarap, içki anlamına olmakla birlikte, divan edebiyatındaki mecaz anlamı İLAHİ AŞK’tır.

Esat Muhlis Paşa ne güzel söylemiş:

Mey gibi her bir haramın sekri olsaydı eğer
Ol zaman malum olurdu, mest kim, huşyar kim.


Yani; şarap gibi her haramın sarhoşluk verme özelliği olsaydı, o zaman kimin sarhoş (haram yiyen) kimin ayık/akl-ı selim sahibi/aklı başında (helâlinden yiyip içen) bir kimse olduğu hemen belli olur, anlaşılırdı.

Mutlaka bu da Mevlamızın bir rahmetidir bu ümmet için. Yoksa durumumuz felaket olurdu, öyle değil mi?

Settaru'l-uyûb olan Allah'ımız (c.c.) ayıplarımızı böylece setrettiği/gizlediği gibi, günahlarımızı da afvedip rahmetiyle muamele buyursun bizlere...

Selam ve sevgilerimle...

Pek muhterem Halis ECE hocamıza ve diger yorumlarıyla konuya izah getiren kıymetli

kardeşlerime en derin selam saygı ve muhabbetlerimi sunarım. Allah hepinizden razi ve

memnun olsun ...

Teşekkür ederim sevgili ibn-ihacib... Rabbim sizden de râzı olsun.

Selam ve dualarımla...


Blog Paylaşımları

MollaCami.Com