Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Unutulan sünnetler ve yüz şehid sevabı...

Bir hadis-i şerifte (Terk edilip, unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana, yüz şehid sevabı verilir) buyuruluyor.


Unutulan sünnetlerden bazıları:


- Müsafeha etmek, yani sünnete uygun tokalaşmak unutulmuştur.



- Sakal, sünnet üzere bırakılmıyor.



- Namazlarda başı örtmeye önem verilmiyor.



- Abdestte eller ve ayaklar üç defa yıkanmıyor. Parmak araları üç defa hilallenmiyor.



- Aksıran Elhamdülillah demiyor. Başkası, dinde öyle bir şey olmadığı halde, çok yaşa diyor. Halbuki elhamdülillah demesi sünnet, bunu duyan müslümanın da yerhamükellah demesi farzdır.



- Yalnız tanıdıklara selam vermek kıyamet alametidir. Selam sünnete uygun verilmiyor. Bir odada oturulurken, bir kimse o odaya on kere girip, on kere çıksa, her giriş ve çıkışta selam vermesi sünnettir. Bu sünnet de unutulmuştur.



- Camiye giren, Kur’an okunmuyorsa oradakilere selam vermiyor. Camide selam verilmez sanılıyor.



- Abdestte kaplama, yani başın tamamı mesh edilmiyor. Maliki ve Hanbeli’de kaplama mesh farz, olduğu halde, bu sünnet genelde yapılmıyor. Sadece farz ile iktifa ediliyor.



- Duada eller sünnet üzere açılmıyor.



- Cenaze namazı olduğu zaman sünnet olan tesbihler terk ediliyor ve âyet-el kürsi okunmuyor.



Bir sünneti ihya edene yüz şehid sevabı verildiğine göre, bir farzı ihya edene ne kadar çok sevap verileceği düşünülmeli, bilhassa farzlar hiç ihmal edilmemelidir.

*******************************
*****************
*********
****


Halkın çoğunun ihmal ettiği farzlardan bazıları şöyledir:


- Farzları ve haramları öğrenmek. [Bilmeyen hep günah işler]



- Doğru itikada sahip olmak [Ehli sünnet itikadını öğrenmek]



- Allah dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek.



- Namaz kılmak ve uşur vermek.



- Tesettüre riayet etmek.



- Selam verenin selamını almak.



- Aksırıp elhamdülillah diyene Yerhamükellah demek.



- Helal kazanıp helalden yiyip içmek.



- Rızka Allahü teâlânın kefil olduğuna inanmak.



- Tevekkül ve kanaat etmek.



- Allahü teâlâya nimetleri için şükretmek, yani onları dine uygun şekilde kullanmak.



- Cenab-ı Haktan gelen kazaya belaya sabretmek, yani isyan etmemek.



- Günahlara tevbe etmek. [Her gün istiğfar okumalı]



- Ana babaya iyilik etmek.



- Emri maruf farzı kifayedir. Bunu yapan yoksa herkese farz olur.



- Günahlardan kaçıp, ibadetle meşgul olmak.



- Âleme ibret nazarı ile bakmak.



- Dilini müstehcen sözlerden korumak.



- Hiçbir kimseyi, alaya almamak.



- Harama bakmamak.



- Kulağı çalgılardan korumak.



- Sözünde durmak.

Duha, evvabin ve Teheccud namazlari kilmak

Allah yolunda canıyla malıyla savaşan 100 kişinin sevabı ile şu an unutulan misvak adı verilen odun parçasın kullananın sevabı aynı ha
bu şehitlerimize saygısızlıktır
bu sözlerinizden ötürü Allaha sığınırım.sizin yaptıklarınız söyledikleriniz size güzel gösterilmiş.
peygamberimize aitmiş gibi gösterilerek resmen peygamberimize iftira atılmaktadır.

1- 100 şehit sevabı almak demek şehit olmak demek değildir.
Bu sadece alınan sevabın ölcüsünü bildirir.

- Şehitler ölmez
- Şehitlerin kul hakkı dışında bütün günahları affolur ve bunun gibi şehitliğe ait sayamıyacağım bir çok özellik vardır.



2- Misvak diş fırçası demekir. Yani ağız temizliğinin adıdır. Bu odunla da olur, iple de olur, fırça ile de olur. Misvak imal edilen Özel bir ağaç vardır onunla diş fırçalanırsa mekanik temizlik le birlikte özellikle biyolojik temizlik yapılmış olur.Ayrıca sindirime kan dolaşımına faydası vardır.

misvak kullanan yüz şehit sevabı, Allah yolunda şehit olan bir müslümana da bir şehit sevabı bu size ne kadar adaletli ve mantıklı geliyor.ben bunu anlayamadım.

Mesela;

Sen cumhurbaşkanı mı olmak istersin?

Yoksa bir defalık cumhurbaşkanı maaşı almak mı.


Burada makam şehitliktir. 1 maaş ise sevaptır.

kıyamette maaşınla değerlendirileceksin ve sonuç olarak bu maaş neticesinde makamına yerleştirileceksin.
tartılar maaşımız olduğuna göre arada hiçbir fark olmuyor.yani misaliniz yerine oturmuyor.

Hayır. Şehitlik hem ahiretlik hemde dünyalık bir makam.

Şehit olanın kul hakkı hariç bütün günahları affedilir. Bu makamın yüceliğinin göstergesidir. Hangi sevap(maaş) buna mukabil gelir.


Tartılarını ve maaşlarını biriktirirsin Allahın rahmetinden ümit edersin. Fakat ŞEHİT olamassın. Şehilik makamına ancak şehitler gelir.

Dar düşünceler,dar görüşler....

Alıntı:

ÜÇÜNCÜ DAL: Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bâzı a'mâlin fazilet ve sevaplarından bahseden Ehâdîs-i Şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim onların bir kısmına zaîf veya mevzu demişler. İmânı zaîf ve enaniyyeti kavî bir kısım da, inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız “Oniki Aslı” beyân ederiz.

Dokuzuncu Asıl: Mesâil-i îmâniyyeden bir kısmın netâici, şu mukayyed ve dar âleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fazilet ve sevabına dair Ehâdîs-i Şerifenin bir kısmı terğib ve terhibe münâsib bir tesir vermek için belâgatlı bir üslûbda geldiğinden, dikkatsiz insânlar onları mübalağalı zannetmişler. Halbuki bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından mücazefe ve mübalağa, içlerinde yoktur. Ezcümle, en ziyâde insafsızların zihnini kurcalayan şu Hadîstir ki:

لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللَّهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ

-ev kema kal- meâl-i şerifi: Dünyanın Cenâb-ı Hakk'ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler. Hakikatı şudur ki: عِنْدَ اللّهِ tâbiri, âlem-i bekadan demektir. Evet âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur mâdem ebedîdir, yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla müvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlâhîye ve bir ihsan-ı İlâhîye müvazeneye gelmediği demektir. Hem dünyanın iki yüzü var; belki üç yüzü var. Biri, Cenâb-ı Hakk'ın esmâsının âyineleridir. Diğeri, âhirete bakar; âhiret tarlasıdır. Diğeri, fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-yi İlâhî olmayan ehl-i dalâletin dünyasıdır. Demek Esmâ-i Hüsnânın âyineleri ve mektûbât-ı Samedâniyye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil; belki âhirete zıd ve bütün hatîâtın menşeî ve beliyyâtın menbaı olan dünyaperestlerin dünyasının âlem-i âhirette ehl-i îmânâ verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir. İşte en doğru ve ciddî şu hakikat nerede ve insafsız ehl-i ilhadın fehmettikleri mânâ nerede... O insafsız ehl-i ilhadın en mübalağa, en mücazefe zannettikleri mânâ nerede!

Hem meselâ: İnsafsız ehl-i ilhadın mübalağa zannettikleri hattâ muhal bir mübalağâ ve mücâzefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabına dair ve bâzı sûrelerin faziletleri hakkında gelen rivâyetlerdir. Meselâ: Fatiha'nın Kur'an kadar sevabı vardır. “Sûre-i İhlas, sülüs-ü Kur'an” “Sûre-i İza Zülziletil-ardu, rubu” “Sûre-i Kul ya eyyühel-kâfirûn, rubu” “Sûre-i Yâsin, on defa Kur'an kadar” olduğuna rivayet vardır. İşte insafsız ve dikkatsiz insânlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünki Kur'an içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için mânâsız olur?”

Elcevab: Hakikatı şudur ki: Kur'an-ı Hakîm'in herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlâhîden o harflerin sevabı sünbüllenir, bâzan on tane verir, bâzan yetmiş, bâzan yediyüz (Âyet-ül Kürsî harfleri gibi), bâzan binbeşyüz (Sûre-i İhlas'ın harfleri gibi), bâzan onbin (Leyle-i Berat'ta okunan âyetler ve makbûl vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bâzan otuzbin (meselâ haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadîr'de okunan âyetler gibi). Ve o gece bin aya mukabil işaretiyle, bir harfinin o gecede otuzbin sevabı olur anlaşılır. İşte Kur'an-ı Hakîm, tezâuf-u sevabıyla beraber elbette müvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevab ile bâzı sûrelerle müvazeneye gelebilir.

Meselâ: İçinde mısır ekilmiş bir tarla farzedelim ki, bin tane ekilmiş. Bâzı habbeleri yedi sünbül vermiş farzetsek, herbir sünbülde yüzer tane olmuş ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ: Birisi de on sünbül vermiş, herbirinde ikiyüz tane vermiş, o vakit birtek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkezâ kıyas et.

Şimdi Kur'an-ı Hakîm'i nuranî, mukaddes bir mezraa-i semâviyye tasavvur ediyoruz. İşte herbir harfi asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sûre-i Yâsin, İhlas, Fâtiha, Kul ya eyyühel-kâfirûn, İza zülziletil-ardu gibi sâir faziletlerine dair rivayet edilen sûre ve âyetlerle müvazene edilebilir. Meselâ: Kur'an-ı Hakîm'in üçyüzbin altıyüzyirmi harfi olduğundan, Sûre-i İhlas besmele ile beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmışdokuz, ikiyüzyedi harftir. Demek Sure-i İhlas'ın herbir harfinin haseneleri, binbeşyüze yakındır. İşte Sûre-i Yâsin'in hurufâtı hesab edilse, Kur'an-ı Hakîm'in mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerif'in herbir harfi takriben beşyüze yakın sevabı vardır. Yâni o kadar hasene sayılabilir. İşte buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar lâtif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın.

Devamı.......

Onuncu Asıl: Ekser tâife-i mahlûkatta olduğu gibi ef'al ve a'mâl-i beşeriyyede bâzı hârika ferdler bulunur. O ferdler eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medâr-ı fahrleridir, yoksa medâr-ı şeametleridir. Hem gizleniyorlar. Âdeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sâir ferdlerin herbirisi o olmağa çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek o mükemmel hârika ferd ise; mutlak, mübhem bulunup heryerde bulunması mümkün… Şu ibham îtibariyle mantıkça kaziyye-i mümkine sûretinde külliyetine hükmedilebilir. Yâni, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür.

Meselâ, “Kim iki rek'at namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır.” İşte iki rek'at namaz bâzı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rek'at namazda bu mânâ külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabûlün mâdem şartları vardır, külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki” ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdîsteki külliyet ise, imkân itibariyledir. Meselâ: “Gıybet, katil gibidir.” Demek gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katil gibi bir zehr-i katilden daha muzırdır. Meselâ: Bir güzel söz, bir abdi âzad etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer. Şimdi tergib ve teşvik için o mübhem ferd-i mükemmel, mutlak bir sûrette her yerde bulunmasının imkânını, vâki bir sûrette göstermekle hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir. Hem de şu âlemin mikyasıyla âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne müvazi gelemez. Sevab-ı a'mâl o âleme baktığı için, dünyevî nazarımız ona dar geliyor. Aklımıza sığıştıramıyoruz. Meselâ:

مَنْ قَرَأَ هذَا اُعْطِىَ لَهُ مِثْلُ ثَوَابِ مُوسَى وَ هَارُونَ yâni:

اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ السَّموَاتِ وَ رَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ, وَلَهُ الْكِبْرِيَاءُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ السَّموَاتِ وَ رَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ, وَلَهُ الْعَظَمَةُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ وَلَهُ الْمُلْكُ رَبُّ السَّموَاتِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyâde nazar-ı dikkatini celbeden şu gibi rivayetlerdir. Hakikatı şudur ki: Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Mûsa ve Hârun Aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyâc içinde bir abdine birtek virde mukabil vereceği hakikat-ı sevab, O iki zâtın sevablarına -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi olabilir. Meselâ: Bedevî, vahşi bir adam hiç pâdişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdud fikriyle bir pâdişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sâde-dil bir tâife var ki, eskiden diyorlardı ki: Pâdişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor. Demek onlar, pâdişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir sûrette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin pâdişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim. Yâni bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim.” O söz hakikattır. Çünki; haşmet-i pâdişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.

İşte dünya nazarıyla dar fikrimizle âhirete müteveccih hakaik-i sevabiyyeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Mûsa (A.S.) ve Hârun'un (A.S.) meçhulümüz olan hakikî sevabları ile müvazene değil, -çünki Teşbih kaidesi, meçhulü mâlûma kıyas eder- belki müvazene edilen ve mâlûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü'minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazret-i Mûsa (A.S.) ve Hârun'un (A.S.) deniz-misâl âyine-i ruhlarına in'ikas eden mahiyyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü'minin bir âyetten aldığı aynı mahiyyet-i sevabdır. Mâhiyetçe, kemiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir. Hem bâzan olur ki; birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bâzı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur'an kadar faide verebilir. Hem İsm-i âzama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediyye ile İsm-i âzam zılline mazhar bir mü'min, kendi kabiliyeti itibariyle kemiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilâf-ı hakikat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasılki bir zerrecik bir şişede, semâvât nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, Niyyet-i hâlise ile şeffafiyyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nurânî sevab ve fazilet yerleşebilir.

Netice-i Kelâm: Ey insafsız ve dikkatsiz ve îmânı zaîf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! “Şu On Aslı” nazara al. Sonra sen hilâf-ı hakikat ve kat'î muhalif-i vâki gördüğün bir rivâyeti bahâne ederek Ehadîs-i Şerifeye ve dolayısıyla Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mertebe-i ismetine halel verecek ítiraz parmağını uzatma! Zira evvelâ o “On Aslın” on dairesi, seni inkârdan vazgeçirir. “Hakikî bir kusur varsa bize aittir” derler, Hadîse raci' olamaz. “Eğer hakikî değilse, senin sû'-i fehmine aittir” derler. Elhasıl: İnkâr ve redde gitmek için, şu “On Aslı” tekzib ve ibtal etmek lâzım gelir. Şimdi insafın varsa bu “On Usûlü” kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma! “Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır” de, ilişme.(Risale-i Nur,24.Söz)

NOT:Asılların ilgili kısımları alındı.

allah sizlerden razı olsun bu güzel eserleri bizlere okutuyorsunuz bizlerde ibret alıyoruz
inşallah sizlere ve tüm mü'minlere 100 lerce şehid sevabı yazsın amiin


Fıkıh & ilmihal

MollaCami.Com