Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Cevşen Sahih Değil!

Cevşen,Kaynaksız Mesnetsiz Şii Duasıdır.

Fazileti hakkında söylenenler uydurmadır.

Bu uydurma metni sünni müslümanlar arasında yaygınlaştıran “Risale-i Nur Cemaatleri” (nurculuğun pekçok kolları olduğu gerçeğini hesaba katarsak) olmuştur.

Es selam-ı Aleykum Sn. Kemali

Yukarda geçen risaleler ve tarihçe-i hayat kimin eseri ? Eger asrın müceddidi Bediüzzaman Said Nursi'den bahsediyorsanız. Lütfen Tarihçeyi Hayat'ta geçen yeri ve sayfa numarasını belirtiniz ki size yanıt vereyim. Mühim bir hatanızı size bildireyim. Eğer Ondan bahsetmiyordum diyorsanız şimdiden özür dilerim.

Aşagıdaki linkte konu ile alakalı geniş açıklama bulabilirsiniz.

gencadam.net/content/view/32/86/

Vesselam!

Sn Fırttık

Kemali'ye sorduklarım senin içinde geçerli. Ona göre cevabını bekle!

Vesselam!

Atalarımız güzel buyurmuş="yarası olan gocunur"diye.......

Bir "diyalogcu" sitedeki,bir "diyalogcu"'nun yazdıklarını bize "ilmi" şeyler diye sunmakla pek önemli bir "hizmet" yapmışsın...

"diyalogcu" yazar,birilerini paklamak için öyle potlar kırmış ki.....
bunları yazmaya kalksak yazdığı yazıdan uzun olur.....

"hey...sana da söylüyorum firttix" ifadeleriyle efelenmenin yeri de değil burası.....

hem başlığımız CEVŞEN SAHİH DEĞİL!......

Konumuz herhangi bir çapsızın cennet mekan Sultan Abdulhamid Han Hazretleri hakkında gevelediği üçbeş istibdat lafı üzerine değil....

Eğer isteniliyorsa başka bir başlık altında Sultan Abdulhamid Han Hazretleri ve ona istibdatçı diyen nasipsizler anlatılabilir pek tabii....

Tam tahmin ettiğim mihvalde cevap verilmiş. Aksine imkan yoktu zaten.

Efelenmiş gibi görünmemin sebebi bundan olsa gerek. Sizin dediğiniz gibi "hem başlığımız cevşen..." sizin farklı mevzuda işiniz nedir.

Bu yolda giderken cübbeme bir fırttık bulaşmış ne önemi var. Temizler yoluma devam ederim. Size karşı sadece selam! der geçerim.

Selametle kardeşim!

iyi ki selam verip gitmişsiniz......

Peki bu başlık altında dünya kadar diyalogcuların yazısını yazan kim?

cevşen'i savunmak bahanesiyle diyalogcu propagandası yapan kim?

hepsi "selam" için miydi?

baştan söyleseydiniz keşke........

Bu arada bir diyalogcu başı cevşen'i savunurken bir argüman kullanmış ve arkadaşımız

herzamanki gibi diyalogcu siteden aldığı yazıyı bu sayfaya kopyalamıştı.

Diyalogcubaşının iddiası şuydu:

"Hatta İmam Gazalî cevşen'e bir şerh yazmıştır."

Biz de şöyle demiştik:

İmâm-ı Gazâlî'ye “rahmetullahi teâlâ aleyh” yapılan
büyük iftira...

Böyle bir şerh yazılmamıştır.
"bir şerh yazmıştır" demekle
yazılmış olmuyor açıkcası.

Hangi eserinde?

Hangi bölümünde?

Bu şerhi içeren orjinal eser
hangi kütübhanenin hangi sayısında kayıtlı?

Ne yazık ki bunlara verecekleri bir cevapları yoktur bunların.....

çünkü;

İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” cevşene şerh yazmamıştır!


Buna bir cevap verilmedi....
Ama ardından diyalogcu sitelerden aynı şeyleri geveleyen yazılar kopyalanıp yapıştırılmaya devam edildi......

galiba "selam" deyip geçmek için.....

şimdi de yeni bir yazıya link vermiş....
tutup bu yazıdaki ciddi dini ve tarihi hataları yazacağım...
sonra sorularımı soracağım...

belki de o gidip başka diyalogcu siteden belki de hiç okumadan
yeni yazıları kopyalayıp duracak....

ama ben sorularıma delilleriyle cevap isteyeceğim...
ama o bunları duymazdan gelecek...
sonra site yöneticileri
böyle tartışma istemiyoruz diyecekler....
yazılarımı bir gece de kaldıracaklar....

sonra ne mi olacak.....

neyse..................

madem konumuz cevşen;
biz sorumuzu soralım:

"bir şerh yazmıştır" demekle
yazılmış olmuyor açıkcası.

Hangi eserinde?

Hangi bölümünde?"




"tahmin ettiğinizi" gururla söyleyebileceğiniz yazıları yazmaya devam edeceğim
inşallah.....

evet arkadaşlar sitede tartışamya mahal verecek yazıları yayından kaldrdığımız doğrudur lütfen karşılıklı atışmak yerine yazılarımızı yazalım burası kalp kırma yerideğildir kim olursa olsun karşılıklı tartışmaya giren yazılar dün olduğu gibi bugünde yayından kaldırılacaktır lütfen kalp kırmadan devam edelim aksi taktirde ya yazınız yayından kaldıracak yada yazılarınzda bu tür ifadeşler düzelticektir.
şahsi bir tartışma haline dönüşmesin lütfen...

ADIGÜZEL

FIRTTIX arkadaşımın yazdıklarının gördüğüm ve anladığım kadarıyla tamamı ciddi ilmî eserlerden araştırılmış toplanmış tesbitlerden oluşmaktadır.

İtiraf edeyim ki Cevşen ül Kebir tabir edilen dua hakkında etraflı bir bilgim yoktu.
Ben de bu konuda benim kadar bilgisi olan herkes gibi Peygamber efendimiz' in bir savaş esnasında okuduğu bir dua olduğunu sadece duymuştum.

Ama bu tartışmayı okuyunca anladım ki durum oldukça vahim.
Şia dan tevatüren geldiği söyleniyor.
Sahih bir rivayete dayanmadığı hatta ehl-i sünnette bir rivayetin olmadığı söyleniyor.
İmam-ı Gazalî Hz. için şerh yazmıştır iddiası delillendirilemiyor.

Savunan arkadaşlarında bunu kabil bir durumu yok.
Her zaman yaptıklarını yapıyorlar ve Copy-Paste ile işi çözme yoluna gidiyorlar.
Meseleye açıklık getirici ne bir delil ne bir kaynak.

Başka yönlere çekerek cıngar çıkarmak ve konu kapattırmak.

Eğer bir kişi bunu sıradan bir temennî herhangi bir insanın yaptığı yazdığı bir dua diye okursa dua etmiş olur."ameller niyyetlere göredir. ne kendisine ne de başkasına bir vebal olmaz.

Ama kimilerinin kendi Mülahazalarına destek için Hz Peygambere İsnad edilmeye çalışılıyorsa -ki öyle görünüyor- ; bu durum "Men Ahdese Fî Emrina Fe Hüve RÂÂDDÜN" kapsamına girer. Ve bunu yapan da büyük vebaldedir.

FIRTTIX arkadaşıma emeği ve paylaşımından dolayı hakkında yanlış bilgilere sahip olduğum bu konuda beni aydınlattığı için gerçekten çok teşekkür ediyorum, Allah Razı olsun.

Site Yöneticisi arkadaşlardan da bu tür önemli mevzuları tartışma bahanesiyle kapatmak yerine meselenin açıklığa kavuşturulmasını, taraflardan net ve son noktayı koyucu tespitler ortaya konulmasını sağlamalarını bekliyorum.

Konu kapatmak çözüm değil. Olsaydı şimdiye kadar kapattığınız konularla bu meseleler açıklığa kavuşmuş olması lazım gelirdi.

Herkesin bu satırlarda "Çok güzel olmuş, Aman ne güzel yazmışsın, Paylaşımın için tşkr, Eline sağlık, Gözüne gözlük" türünde klasikler yazmasını beklemek pek doğru olmaz sanırım.

Ziya Yılmaz

fırttıx kardeşim emeğine sağlık .dosdoğru bilgileri bize bildirdiğin için.cevşen hatmi .:)) garip ama gvahim bir durum. Kur'an-ı kerim hatmi, yasin-i şerif,salavatı şerifler,tevhit hatmi biliyoruz. ama sadece bir dua olan bir şeyin hatmini hangi zihniyet yapıyor. doğru yolu bulup salih amelleri işlemeri dileğiyle.nice mübarek salavatı şerife varken.!!!

sayın ZİYA YILMAZ sizlerde müşahede etmektesinizki ilmi olan hiçbir tartışma sitede kapatılmıyor..
ayrıca ilmi tartışmalar tartışma değil ilmin karşılıklı paylaşılıp dorunun meydana çıkmsıdır..
bu yazıda ve tüm ilmi yazılarda ve yorumlarda siztartışma deyin bizbuna karşılıklı müzakere diyoruz mollacami.com sitesi herzaman açık ve hizmetinizdedir.
sayın ziya yılmaz konuyu çok güzel bir şekilde toplamış ve nükte şeklinde ifade etmişsiniz bundan sonrası ise bu fiili işleyen kardeşlerimizin amellerine bağlıdır..

Bu meselenin ilmi bir değeri olduğunu düşünmüyorum.

Bediüzzaman Said Nursi (r.a.) gibi bir alimin okuduğu ve tavsiye ettiği bir duaya karşı;maksadını aşan ifadeleri üzüntü ile karşılamaktayım.
Allah(cc) insaf versin!!!
____________________________________________________________________________

Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat'iyetinde,gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecektir.

yolcu kardeşim madem kabul etmiyorsunuz ilmi bir çalışma olduğunu o halde siz ilmi bir çalışma ile cevşeni şerifi açıklayınız yazılarınızdan bunu yapabilecek kapasitedesiniz yanılıyorsam düzeltin lütfen burada yazanlara cevaben ilmi bir çalışma bekliyorum sizlerden...

Benzersiz Bir İnanç Rehberi

Kulluk, bütün mahlûkatın asıl yaratılış nedenidir. Bununla birlikte, âyet-i kerime, bu konuda cin ve insanlardan özel bir surette bahsetmek suretiyle, onların başka birşey için değil, ancak Allah’a kulluk etmek amacıyla yaratıldıklarını vurgulamıştır. Gerçekten de, insanın kulluğu, onun yaratılışı ve yetenekleri dikkate alındığında, çok kapsamlı bir kulluk olarak ortaya çıkmakta ve böyle bir vurguya liyakatini açıkça göstermektedir.

Maddî ve manevî yetenekleri, zâhir ve bâtın duygularıyla birlikte bir bütün olarak ele alındığında, insan, en azından bizim bildiğimiz kadarıyla, kâinatın en kapsamlı varlığı olarak ortaya çıkar. Bir anlam dile getiren, bir güzellik yansıtan, sanattan haber veren herşey, her varlık, her kavram, insanın varlığında bir karşılığa sahiptir. Eğer göklerde sayısız galaksilerle tablolar resmedilmişse, bunu hayranlıkla izleyecek, onu inceleyecek, sırlarını çözecek ve bu muhteşem tablo karşısında hayranlığını dile getirecek insan vardır. Eğer semânın o sayısız yıldızlarından biri her sabah ve her akşam bir mavi gezegenin ufuklarında dakika dakika değişen manzaraları bir film şeridine sarıp oynatıyorsa, böyle bir gösteriyi anlayacak, takdir edecek, ondan çeşit çeşit hazlar alacak, sonra da bu duygularını ifade edebilecek sadece insan vardır. Yeryüzünün karalarında ve denizlerinde, bu âlemin maddesinde ve mânâsında görülecek, işitilecek, tadılacak, koklanacak, yaşanacak, anlaşılacak, hissedilecek ne kadar güzellik varsa, hepsinin insanda bir karşılığı vardır. Onlardan kimini gözüyle seyreder insan, kimini kalbiyle dinler. Kimini aklıyla inceler, kimini ruhuyla yaşar. Kimini ağzıyla tadar, kimini kulağıyla işitir. Bu haliyle bir insana, bir de kâinata bakan kimse, hiç zorlanmadan bir sonuca varacaktır:

Bu kâinat, bütün güzelliklerinin diliyle soyut ve münezzeh bir güzelliği anlatan bir kitaptır; bu insan da o kitabı bütün incelikleriyle okuyup anlayabilecek bir muhataptır.

“Cemîl-i Zülcelâlin nihayet derecede güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının güzellikleri ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş” derken, Bediüzzaman, aynı zamanda bir kâinat tanımı yapmıştır. Aslında bundan daha özlü bir kâinat tanımı düşünmek de imkânsız gibidir. Çünkü varlık âlemi, bütünüyle, İlâhî isimlerin birer aynasından ibarettir; İlâhî isimler ise, “hüsnâ” sıfatında da vurgulandığı gibi, güzeldir, güzelliktir, bütün güzelliklerin kaynağıdır. Böylece, insan, kâinattaki güzellikleri birer birer ölçmekle, tanımakla, terennüm etmekle, aslında İlâhî isimlerin sınırsız güzelliklerinde bir keşfe çıkmış olmaktadır. Bu sonsuz ve doyumsuz keşif gezisinin eğer bir özetini yahut haritasını çıkarmak gerekirse, işte o Cevşenü’l-Kebîr olur.

Cevşen, binlerce yıllık bir kâinat yolculuğunda görebileceği ne varsa hepsini birden sunar insana. Ve gördüklerini nasıl yorumlayacağını, nasıl anlayacağını öğretir. Onu sürekli bir şekilde okumayı itiyat edinen insan, artık göklerin azametiyle gözyaşının narinliğini, dağların içinde saklananla gönüllerde gizleneni, danenin açılışıyla haşrin doğuşunu bir arada görecek ve tefekkür edecek hale gelir. O artık “Kâinattan Hâlıkını Soran Seyyah”ın tâ kendisidir; her kapıyı çalar, herşeyle ve herkesle konuşur; hepsinden Rabbinin güzelliklerini dinler. Elini açtığı anda artık o bir huzurdadır; aracı aramadan, sıra beklemeden, küçük büyük demeden, gizli ve açık bütün dileklerini bir bir sunar ona. Eğer istediği bir küçük lokma ise, O her canlıyı rızıklandırandır. Bir elemden kurtuluş ise, O bütün gamları kaldırandır. Çok küçükse, O herşeye nüfuz eden kudretin sahibidir. Çok büyükse, herşey Onun azameti karşısında boyun eğmiştir. Cennet ise, Onun ülkesidir. Sohbet ise, O en hayırlı yar, en güzel ülfet edilen dosttur. Kolaylıksa Ondan gelir; yardımı O gönderir; yağmuru O yağdırır; bebekleri O doyurur; yaşlılara O acır; O öldürür; O diriltir; O sever; O sevdirir. Cevşen’in tefekkürünü yakalayan bir insanın, kâinat yolculuğunda artık pek az şeye ihtiyacı var demektir.

Cevşenü’l-Kebîr, aynı zamanda, bir itikad rehberi olarak da benzeri olmayan bir eserdir. Klasik kitaplarımızın akaid bahislerinin bu konuda ne kadar yetersiz kaldıkları, ders verdikleri inancın bir türlü hayata geçirilemeyişinden bellidir. Zaten bu konudaki ihtiyaç uzun zamandır ilâhiyatçılarımızın birçoğu tarafından dile getirilmektedir. Gözlerden kaçan şey ise, Cevşen’in ve ondan süzülen eserlerin bu konudaki başarıları olmuştur. Oysa Cevşen’in içerdiği hakikatlerle imanını güçlendiren ve sürekli tazeleyen insanların, hattâ kitlelerin durumu, Allah’a iman hakikatinin nasıl bir muhtevâ ve denge içinde ders verilmesi gerektiğini bütün açıklığıyla göstermektedir.

Cevşen’in bu benzersiz etkisi, onun semavî kaynaklı oluşu kadar, içerdiği ifadelerin büyük ölçüde Kur’ân’dan alınmış olmasıyla da ilgilidir. Hattâ birçok tabir, aynen Kur’ân’dan alınmak suretiyle Cevşen’in cümlelerinde formülleştirilmiştir. Altmış altıncı ukdenin cümleleri, bu konuda güzel bir örnek teşkil eder. Bu ukdenin birinci cümlesi Kur’ân 8:7 ve 10:82’de, ikinci cümlesi 13:41’de, üçüncüsü 10:107’de, dördüncüsü 8:24’te, beşincisi 9:104 ve 42:25’te, altıncısı 20:109 ve 34:23’te, yedincisi 39:67’de, sekizincisi 16:125, 53:30 ve 68:70’te, dokuzuncusu 13:13’te, onuncusu da 7:57’de yer alan ifadelerdir. Doğrudan Kur’ân’da yer almayan ifadeler ise, diğer ifadelerin ayrıntılı birer açıklamasını teşkil etmektedir. Netice olarak bütün bu tanımlar, Kur’ân’ın tasvir ettiği bir ulûhiyet tarifini dile getirmekte ve varlık âleminin her tarafını kuşatan ve hayatın bütün alanlarına nüfuz eden bir inancı formülleştirmektedir.

Bütün üstünlüklerine rağmen, Cevşenü’l-Kebîr de maalesef birtakım tenkitlere uğramaktan hâli kalmamıştır. Ancak peşin olarak belirtelim ki, bu tenkitlerin en aşırısı bile Cevşen’in içeriğinde bir kusur bulamamaktadır. Tenkitçiler, daha ziyade, bu eserin, Hz. Peygamberden gelen bir rivayete dayandırılamayacağını ileri sürmektedirler ve itirazları, somut delillere değil, sadece kanaatlere dayanmaktadır.

Bu itirazlar, hemen hemen hiç değişmeyen bir şekilde, “Cevşen’in Şiî kaynaklarında yer aldığı” tesbitiyle başlar. Bu da bilimsel bir tenkitten ziyade, bir lekeleme yöntemini ele vermektedir. Çünkü böyle bir tesbitten “Cevşen’in sahih olmadığı” şeklindeki bir sonuca varmak için, herşeyden önce, temelde, “Şiî kaynaklarında yer alan herşey uydurmadır” şeklinde bir önermenin bulunması gerekir ki, böyle bir önermeye hak verecek bir akıl ve insaf sahibinin yeryüzünde mevcudiyetine ihtimal vermek pek güçtür. Bu itirazlar, Cevşen’in sıhhatine gölge düşürmekten ziyade, bir kısım Ehl-i Sünnet âlimlerimizin, Şiîler tarafından benimsenen herşeyi peşin olarak reddetme şeklindeki bir taklit geleneğinin ipuçlarını vermektedir.

“Cevşenü’l-Kebîr çok uzun bir münacattır; dolayısıyla bunun hafızalarda saklanarak rivayet edilmesi imkânsızdır” şeklindeki itirazlar da telâşla öne sürülmüş birer bahaneden öteye gitme şansına sahip değildir. Çünkü bu iddiayı kabullenmeden önce de, yukarıdakine benzer şekilde, iki önermeyi peşin olarak benimsemek gerekir: (1) “Hz. Peygamber zamanında hiçbir hadisin yazılmamış olması”; (2) “Cevşen’i ezberleyebilecek bir hafızaya malik hiç kimsenin bulunmaması.” Oysa tarih, her iki önermenin de yanlışlığını bize açık şekilde göstermektedir. Bir kısım hadislerin Hz. Peygamber zamanında kayda geçirildiğini, bazı Sahabîlere Hz. Peygamberin hadisleri yazma izni—hattâ emri—verdiğini biliyoruz. Bunun yanı sıra, Kur’ân’ın inişinden önce İlâhî kaderin yüzyıllarca Arap toplumunu (1) belâğat, (2) hafıza yönünden bu eseri karşılayabilecek hale getirinceye kadar terbiye ettiğini ve sonunda o devir Araplarının en küçük bir belâğat nüktesini bile ilk bakışta çözebilecek bir seviyeye erişirken, bir yandan da, uzun çöl yolculuklarında deve üstünde iken hafızalarından satranç oynayacak bir hafıza gücüne kavuştuklarını da biliyoruz. Neticede, başta hadis olmak üzere, o zamanın insanları tarafından şifahî olarak nesilden nesile nakledilen ve uzunluk itibarıyla Cevşen’den aşağıya kalmayan pek çok metinler bulunmaktadır. Kişilerin başkalarını, özellikle başka toplumları ve başka zamanları değerlendirirken, herkesi kendi kavrayış ve kendi yetenekleriyle sınırlı telâkki etmemelerinde yarar vardır!

Tenkitlerdeki bir başka âşikâr mantık hatâsı da Cevşen’in faziletine dair rivayetlerdeki abartıların ele alınışında görülmekte ve “Bu rivayetler aşırı derecede abartılı ve uydurmadır; dolayısıyla Cevşen de uydurmadır” şeklinde bir sonuca varılmaktadır. Oysa, Cevşen’in sıhhatinin, onun faziletine dair rivayetlerin sıhhatine bağlı olmayacağı, her aklıselim sahibinin hemen kabul edeceği bir gerçektir. Nitekim Kur’ân’ın ve sûrelerinin faziletlerine dair rivayetler arasında da tenkit almış, hattâ uydurma kabul edilmiş birçok söz vardır. Meselâ, “Münâfikun Sûresini okuyana münâfıklar sayısınca sevap verilir” şeklindeki rivayetin sahih olup olmaması, bu sûrenin veya Kur’ân’ın hakkaniyetinden neyi eksiltir?

Bütün bunların da ötesinde, Cevşenü’l-Kebîr gibi bir metnin uydurulmuş olması için herhangi bir neden de ortada yoktur. Uydurma rivayetlerin bir ortak özelliği varsa, o da, aşırı derecede övgü veya yergi içermeleridir: “Patlıcan her derde devâdır” veya “Sizin en şerlileriniz öğretmenlerinizdir” gibi. Ve tabii, bu aşırı övgü veya yerginin bir de gerekçesi vardır: Ortada ya nefretlerin yöneltileceği bir düşman bulunmalı, yahut satılması gereken bir mal veya rağbet edilecek bir kişi veya zümre olmalıdır. Bazan hadis uyduran kişi son derece saf bir niyetle, hayırlı işlere veya kişilere rağbet uyandırmak için, bunların faziletine dair birtakım abartılı iddiaları, hayır işliyorum zannıyla uydurabilir. Bu gibi teşebbüslerden de, olsa olsa, Cevşen’in faziletine dair birtakım rivayetler doğabilir. Yoksa, Cevşen muhtevâsındaki bir metni uydurmak için bir sebep veya sâik yoktur. Çünkü Cevşen baştan sona Allah’ın övgüsünden ibarettir; Allah’ı övmek için ise kimse hadis uydurmaz! Farz-ı muhal, eğer bir beşer, olağanüstü ilmi ve zekâsıyla Cevşen gibi bir metni tertip edecek olsa, böylesine mübarek bir metnin altına imzasını da atar ve kıyamete kadar onu okuyacaklardan dua bekler. Bunun yerine, kendi kaleminin mahsulüne bir hadis-i kudsî süsü vererek kendisine Cehennemde bir yer garantilemek ise, herhalde, Cevşen gibi bir metni üretebilecek bir akıl ve ferasetin eseri olmamalıdır!

Aslında, Cevşen’in, kendi faziletini ispat için kendisinden başka birşeye ihtiyacı da yoktur. İçerdiği hakikatleriyle ve muhteşem örgüsüyle, bu eser, en üst seviyede bir imanı bütün tatlılığıyla ders vermekte ve okuyanın zerrelerine kadar nakşetmektedir. Yine de, “Ağaç meyvesinden belli olur” diyenler, Cevşen’in verdiği meyvelere döndüklerinde, herşeyden önce, asırların beklediği ilm-i kelâm inkılâbını gerçekleştiren Bediüzzaman gibi bir İslâm dâhîsinin Risale-i Nur Külliyatını karşılarında bulacaklardır. Bizzat müellifi, bu eserlerin Kur’ân’dan ve Cevşen’den süzüldüğünü belirtmektedir.

Ve tabii, Risale-i Nur gibi bir esere kaynaklık etmiş bulunan bir metin, daha pek çok ilim ve irfan sahibini İlâhî marifet ve muhabbet nurlarıyla aydınlatmaya devam edecek; kıyamete kadar, daha nice değerli eserlerin doğuşu için ilham verecektir.

Ümit Şimşek

Cevşen-i Kebîr özellikle Şiî dünyasında oldukça rağbet görmüş, gerek müstakil olarak, gerekse çeşitli duâ mecmuaları içinde birçok defa basılmış ve şerhleri yapılmıştır. Muhtevasının güzelliği, ifadelerinin akıcılığı ve okunduğunda elde edilebilecek dünyevî ve uhrevî iyi sonuçlara dair rivayetlerin çokluğu sebebiyle olacaktır ki Cevşen-i Kebîr Türkiye’de bazı Sünnî müslümanlar arasında da ilgiyle karşılanmıştır. Duâyı Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî, tarikata dair birçok evrâd ve ezkârı derlediği Mecmûatü’l-Ahzâb adlı eserinde nakletmiş, daha sonra özellikle Risâle-i Nûr talebeleri tarafından müstakil olarak birçok defa basılmış ve Türkçe’ye de tercümeleri yapılmıştır.

Şiî kaynaklarında zikredilen metinle bu eserlerdeki metin arasında bazı bölümler ile isim ve sıfatların sıralanışında takdim ve tehirler, bazı kelime ve harflerde değişiklikler, özellikle bölümlerin başlangıç ve bitimlerinde tekrarlanan cümlelerde eksiklik veya fazlalıklar göze çarpmaktadır. Yine bu kitaplarda 100. bölümden sonra zikredilen ve "Allahümme rabbenâ" diye başlayan kısım da rivâyetin aslında mevcut değildir. Bu farklılıklar, Türkiye’de basılan kitapların duâyı Şiî kaynaklarından değil, Mecmûatü’l-Ahzâb’da rivâyetin aslına ve kaynağına işaret edilmeden nakledilen metinden almalarından kaynaklanmaktadır. Cevşen-i Kebîr’in Süleymaniye Kütüphanesi’nde müstensihi ve istinsah tarihi bilinmeyen bir nüshası mevcuttur(el-Cevşenü’l-Kebîr, Hacı Mahmud Efendi, nr.1986/4, vr.62a-77b).1

Dipnotlar:
1- T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1993, Cevşen maddesi.

Kaynak: Prof. Dr. Davut Aydüz / Yeni Ümit - 51. Sayı

a. Bediüzzaman, el-Cevşenü’l-Kebîr’in öncelikle Hz. Peygamber (s.a.s.)’in duâsı olduğunu ve onu okuduğundan kısaca şöyle bahseder:

"Öyle de, çok esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara müptelâ olan insan, münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, el-Cevşenü’I-Kebîr namındaki münâcâtında bin bir ismiyle duâ ediyor, ateşten istiâze ediyor".10
-

"(Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın), hem binler dua ve münâcâtlarından el-Cevşenü’l-Kebîr ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkârla beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsîfe yetişememeleri gösteriyor ki, duâda dahi onun misli yoktur. Risâle-i münâcâtın başında el-Cevşenü’l-Kebîr’in doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir meâlinin beyan edildiği yere bakan adam, "Cevşen"in dahi misli yoktur diyecek."11 Böylece Bediüzzaman Cevşen’in rivayet olarak Hz.Peygamber’e isnadının sahih olduğunu kabul etmiş olmaktadır.


Fıkıh & ilmihal

MollaCami.Com